Plakasız Araçla 18 Günde Devri Ülkeler

İmla ve noktalama hatalarımı bağışlayınız. Edebiyatçı değilim. Önemli olan hikayemiz. :)))

1976 yılında yaşanan, belki de rekor olan bir yaşantının hikayesidir. Üç buçuk yıllık Almanya yaşantımın verdiği tecrübe ile, Almanya’dan üç yaşında araç alıyor, işçi permisi ile millileştiriyor ve satıyordum. Hacettepe Üniversitesi dönemini arabası olan ve mali sıkıntısı olmayan öğrenci olarak sürdürüyordum.

Üç yaşından büyük araçların ülkeye girmesi, ithali yasak. İthalat hakkı ise, belli bir süreyi aşkın Almanya’da çalışan işçilerimize ait. Permi olarak adlandırdığımız bu bireysel ithalat hakkını vekaleten kullanabiliyoruz. Satın alma işlemi, gümrük işlemleri ve satış tamamen permi sahibi adına vekaleten yapılıyor. Okuldan kalan boş zamanlarımda, bu tarzda araba getiriyor ve satıyordum. 1976 yazına kadar bu böyle sorunsuz devam etti. Son seferim işte bu hikayenin konusu…

Almanya’nın Paderborn kentinde makine mühendisliği okuyan arkadaşım aracılığı ile 1973 model Opel Rekord araba aldık. Harun Kurt adında bir işçimizin permisi ile vekaleten. Bu seferin son olacağını düşündüğüm için geze geze dönmeyi düşünüyorum. Almanya’da yaşadığım sürece ev arkadaşım olan Osman Apaydın’ı ayarttım ve birlikte gezinti ile döneceğiz. Program Avusturya üzerinden İtalya ve Yugoslavya Adriyatik kıyılarını takiben Bulgaristan üzerinden Türkiye. Bu dönüş de oldukça zevkli ve serüvenli geçti ama başka bir hikayenin konusu.

Osman ile çıktık yola. Salzburg gümrüğünde çıkış işlemlerimizi yaptık. Araba Almanya açısından ihraç edildi. Mevcut plakalarımızı terk edip, elips şeklinde gümrük plakalarımızı taktık ve yola revan olduk. Kapıkule gümrüğünde ise, mevcut Alman gümrük plakasını terk edip Türkiye gümrük plakasını araç camlarına yerleştirdik. GMR kodlu, yeşil renkli, kağıt gümrük plakamız, aracı gümrükleyeceğimiz şehre kadar gidiş amaçlı ve işlevi bitiyor. Ben Ankara’da gümrükleyeceğim için Ankara gümrük sundurmasına arabayı teslim ettim.

Gümrük işlemleri yaparken, bu arabanın ithal edilemeyeceğini söylediler. Türkiye gümrük makamları aracın belgesine değil, şase numarasından imal yılına bakıyormuş. Evraklar 1973 ama imalat 1972 görülüyormuş. Bilmediğim bir şeyi çok ağır bir şekilde öğrendim. Tabi büyük şok!…

Hiç beceremediğim ve yapmak istemediğim halde rüşvet vererek çözüm aramak, bol göz yaşlı, sümüklü ağlamak velhasıl hiç bir şey kar etmedi. Ya gümrüğe terk edip unutacağım ya da Almanya’ya geri götüreceğim. Terk etmek, öğrencilik yıllarımın sermayesini kediye yüklemek ile eş anlamlı. Geri götürmek ise bir umut…

Gümrükten arabayı aldım. İlk durak İstanbul. Üniversiteden ev arkadaşım Hüseyin Şahin’in ağabeyi toplum polisi. Hüseyin de İstanbul’da ağabeyinin yanında. Mevsim yaz ve okullar kapalı. Geceyi Hüseyin ile ağabeyin evinde geçirdik. Kapıkule’ye kadar Hüseyin de benimle gelecek. Sabah birlikte yola koyulduk. Kapıkule’ye kadar araç plakası olmaksızın bir seyahat ama sorun çıkmadı. En son edindiğimiz kağıt gümrük plakasının geçerliliği bitti ve hatta Ankara gümrüğünde kaldı. Amacımız, Kapıkule’de çöpe attığımız Alman gümrük plakasını bulup, onunla yola devam etmek. Ne mümkün!.. O yıllarda bireysel araç ithalatı çok yoğundu. Gümrük çöplüğüne atılan plakalar bir dağ olmuş. Hüseyin ile giriştik aramaya. Bir iki derken dört beş saat bulabilene aşk olsun!… Yaz sıcağı, güneş tepemizde biz bir umut arıyoruz…

Bu arada bizi izleyen bir tır şoförü yanaştı yanımıza.
– Siz ne yapıyorsunuz hemşerim?
Bir çırpıda başımdan geçenleri özetledim.
– Plakamızı arıyorum.
– Bu dağ gibi plaka yığınını şuradan şuraya aktarsanız, siz ikiniz bir ay çalışırsınız. Değer mi? Plaka dediğin bir teneke. Yaz tenekeye git.
– İyi de, polis ne der?
– Gel soralım.
Polise gittik. Tır şoförümüz durumu kısaca özetledi.
– Yormayın çocukları bırakın gitsinler.
– Benden bir şey yok. Gidebilir.
Polisten izinle tampon bölgeyi yürüyor ve Bulgar polisine varıyoruz.
– Komşu
Diye başlıyor şoförümüz. Durumu izah ediyor ve izin koparıyor. Tenekeye yazıp gideceğiz. Şoförümüze teşekkür ediyor ve Edirne’ye dönüyoruz. Tenekeye plaka yazıp hızla yurt dışı çıkmalıyım. Korkuyorum. Ya vardiya değişirse, sözlü izin verenler giderse!…

Yaz sıcak ve bir de Ramazan ayı. Akşam üzeri olmuş. İnsanlar iftar için dükkanlarını erken kapatıyorlar. Bula bula yaz ortası bir sobacı bulduk, tam gitmek üzereyken. Yalvar yakar plaka büyüklüğünde iki teneke kestirdik. Ancak, üstüne yazacak boya yok. Depo karıştırıldı ve kırmızı bir boya bulundu. Aldırmadık. Yazdık…
Hüseyin ile vedalaşıp derhal Kapıkule. İzin veren polisi bulup çıkış işlemimi yaptım. Bulgar polisi de sağ olsun sorun çıkartmadan onayladı. Ben de bir sevinç sormayın…
Bulgaristan’a girdiğimde hava kararmıştı. Yollar bu gün olduğu gibi otoyol değil. Dar, bozuk ve virajlı. Gece geçti ve sabah erken Yugoslavya’ya girdim. Çıkış ve girişte sorun yaşamadım. Sevincim katlandı. Gece yol almama ve uykusuzluğuma rağmen devam ediyorum. Bir an önce bitsin istiyorum.
Akşama Belgrad’a gelebildim. Dediğim gibi yollar bu günkü gibi değil. Yorgunluk hat safhada. artık Belgrad’da yatacağım. Uluslararası öğrenci kimliği ile youth hostel (jugentherberge) da kalıyorum. Önceki seferlerimde de burada kalmıştım ve memnundum. O zaman için gecesi bir Mark idi. Şehre daldığımda yağmur başlamıştı. Kırmızı ışıkta beklerken bir polis yanaştı. Lisan olarak anlaşamadık. İşaretle takip etmemi istedi. Karakola geldik. Lisan sıkıntımız var. Almanca bilen bir memur bulamayınca, işaret dili ile sabaha kadar beklemem gerektiği anlaşıldı. Neyse ki nezarete atmadılar. Geceyi uykusuz geçirmişim ve iki günden beri yol yorgunuyum, bu gece de sandalye tepesinde geçecek…

Sabah nihayet bir Almanca bilen polis geldi. İlk soruları “plakasız nereye” oldu. Başımdan geçenleri anlatsam da kar etmedi. Geri dönecek, ülkene gideceksin dediler. Dedim ki;
– Bulgar sınırı yaklaşık 450 kilometre Avusturya sınırı da hemen hemen aynı ve hatta daha yakın. Ülkeniz içinde aynı kilometreyi ne tarafa gittiğimin ne önemi var? Sonuçta ülkenizi terk edeceğim, bırakın yoluma gideyim.
Kabul ettirdim ve üst üste katlanan yorgunluğa rağmen yola koyuldum. Gerçi, geri dönüyorum desem ama yoluma devam etsem nasıl kontrol edeceklerdi…

Avusturya, Yugoslavya arasındaki Maribor sınır kapısına gelmem gece yarısını buldu. 400-450 kilometre yol bitmek bilmedi. O zamanın yolları hıza izin vermediği gibi daha çok dikkat gerektiriyor. Yol bozuklukları, darlık, virajlar daha bir yoruyor. Yugoslavya polisi çıkışımı onayladı ama Avusturya almıyor. Plaka sorun ediliyor. Yağmur sonrası teneke paslanmış ve kırmızı boyamız akıntı yapmış. Çok komik bir görüntü var. Ne yapsam Avusturya polisini ikna edemedim. Neyse ki, Avusturya’da lisan sorunum yok.
Avusturya almayınca, Yugoslavya geri dönüşümü kabul etmek zorunda kaldı. Aksi durumda tampon bölgede kalmam gerekecekti ki, bu mümkün değil.

Üzgün, yorgun, bitkin ve ne yapacağını bilmez haldeyim… Saat olmuş gece yarısı… Haritayı önüme açıyorum. Yugoslavya – Avusturya arasında 7 adet sınır kapısı belirliyorum. İnsburg yakınlarına kadar bu kapıların hepsini denemeye karar veriyorum. Bu arada İtalya’ya yaklaşmış olacağım. Olmadı İtalya’yı da denerim. Bütün kapılarda aynı durumla karşı karşıyayım. Yugoslavya çıkış, Avusturya’ya giremeyiş. Mecburen Yugoslavya’ya dönüş. Berbat ve çok virajlı yollardan Alplere tırmanış iniş dereken günler geçiyor. Kısa uyuklamalarla idare ediyorum ama artık maymuna dönmeye başlamıştım. Saç sakal karışmış, duş dersen hiç yok. Kendime gelmiyor ama muhtemelen kokuyorum. Bu arada çok kötü beslenme bisküvi, su, kola… Bir de sigara…
İtalya kapısına geldim. Yugoslavya çıkış tamam. İtalyan memurlar ikiye bölünüyor. Bir gurup alalım derken, diğerleri itiraz ediyor. Bir saate yakın tartışma sonrası yine kovuluyorum. Ana yola ters düştüğü için denemediğim bir kapı kalmıştı, Alpler de… Uzun bir tırmanış sonrası oradan da kovuluyorum. Günler geceleri kovalıyor, yorgunluk anlatılır gibi değil. Kaza yapmaktan korkuyorum. Yaz ama Alpler gece soğuk. Soğuktan uyunmuyor. Motoru çalışır tutmak mümkün değil. O zamanın araçları ısıyı egzost borularından aldığı için zehirleme yapabiliyor. Ayrıca, Marklarım da azalıyor…
Hava karardı. Uyuyamadığım için aşağılara iniş yapıyorum. Sıcağa erişince uyurum diye. Birden ışıl ışıl bir dağ oteli görüyorum. Görüntü çok lüks. Ama ne pahasına olursa olsun duş alıp yatmaya karar veriyorum.

Kocaman otopark bomboş. Belli ki otel tenha. Park aydınlatmasının altına park ediyorum. Otele yürürken içimde bir his. Arabanın başında birileri var gibi geliyor. Dönüp bakıyorum kimse yok. Hissin esareti ile hızla yürürken aniden dönüyorum arabanın başında iki kişi. Arabaya koşuyorum.
– Abi kurban olayım, Türk müsün?
İki genç. İkisi de o loş ışıkta bile berbat görünüyor. Ben onların yanında iyi ve bakımlı kalıyorum. Ali ve arkadaşı askerlikten arkadaşlar. Ali’nin ağabeyi Avusturya’da işçi. İki kafadar askerlik bitince, iş umuduyla Avusturya’ya gitmek üzere otobüse biniyorlar. Anca, Avusturya yetkilileri bunları ülkelerine kabul etmiyor. Otobüsten indiriyorlar. Dağ başında kalıyorlar. Bir yardım alıp sınırı geçeriz umuduyla günlerce ormanda saklanıyor; ot ile, derenin suyu ile idare ediyorlar. Oteli keşfedince çevresinde saklanıyorlar. Gelen giden arabaları gözleyip, bir Türkçe gazete, dergi, yazı arıyorlar ki, konuşup yardım talep etsinler. Yakalanıp sürülmemek için inatla saklanıyorlar. Ayaküstü hikayelerini dinledim.
– Perişansınız… Ben de öyle. Gelin bu otelde duş alıp karnımızı doyuralım. Uyuyalım. Yeniden insan olalım. Sabah ağabeyine telefon ederiz, gelip sizi buradan alsın, ne yapacağına o karar versin.
Resepsiyonun bize bakışını unutmak mümkün değil. İki oda alıyoruz.
– Duş alın, tıraş olun, restoranda bekliyorum.
Diye ayrılıyorum. Aynı işlemi ben de yapacağım. Restoranda buluşuyoruz. Ali, Ankara Şereflikoçhisar ilçesindenmiş. Liseyi orada bitirdiğim ve anılarım olduğu için ilgi duyuyorum. Arkadaşı Konya’lı… Yemek yeme telaşları gözüm önünden gitmiyor. Kıtlıktan çıkma tabirini fiilen yaşıyorum.
Ağabeylerini sabah aramamız gerekiyor çünkü, ağabey fabrika işçisi. Mesai saatinde fabrikadan aramak zorundayız. Başka telefon yok. O yıllarda otomatik çevirme de yok. Santrale yazdırıyoruz ve doluluğa göre bir çok saat sürebiliyor.
Odama geçtim. Temizlenmiş, karnımı doyurmuşum ama çok yorgunum. Kendimi yatağa atıyorum. Yorgunluğa rağmen uyumak ne mümkün. Ne olacağım?.. Türkiye’ye dönmek zorunda kalmak beni çıldırtıyor. Bu arada, geçmeye zorladığım kapıları düşünürken bir fikir geldi. İtalya hariç yedi kapı denemişim. O kapılarda olduğum saatlerin sekiz saat ilerilerinde aynı kapıları deneyebilirim. Mesai saatleri sekiz saat olunca yedi kapıyı on dört defa değişik vardiyalarda zorlayabilirim. Bu fikir çok hoşuma gitti. Bir ay da sürse on dört kez denemeden dönmeyeceğim. Bu fikir uykuya dalmamı kolaylaştırdı. Yeni bir umut ve derin bir uyku…

Kahvaltı sonrası resepsiyona telefon yazdırıyoruz. Ali ağabeyi ile görüşecek. Ama önce ben görüşmeliyim. Fabrika ile Almanca konuşmak gerekiyor. Ağabeyi telefona almak o kadar kolay olmayacak. Lobide sohbet ederek bekliyoruz. Resepsiyon sesleniyor;
– Telefonunuz birinci kulübede hazır.
Ağabeyi telefona almak için “ölüm kalım” edebiyatı yapıyorum. Zor da olsa telefona alıyorum. Durumu özetleyip otelin adres ve telefonunu veriyorum.
– Sen gelene kadar kardeşin ve arkadaşı bu otelde konaklayacaklar. Gelir, hesaplarını öder alırsın. Avusturya’ya sokabilirmisin, Türkiye’ye mi gönderirsin bilemem, size kalmış.
Diyor ve telefonu kardeşine veriyorum. Kulübeden çıktığımda Konyalı el çantamı uzatıyor.
– Abi çantanı unutmuşsun.
Garip geliyor. Unutulmuşluk yok. İki adım ilerde sehpada. Resepsiyonu tembihliyorum. Durumu anlatıyorum. “Ağabeyleri gelecek ve hesabınızı ödeyecek” diyorum.
Bizimkilerle vedalaşıp tekrar yalnızlığıma, yoluma koyuluyorum. Değişmiş vardiyalarda aynı kapıları zorluyorum. Gündüz gece devam. Bu arada yakıt alırken bir bakıyorum çantamdan 200 Mark alınmış. Konyalının çantamı getirmesi ve tedirginliği aklıma geliyor. Dönsem, o paranın bir kısmını tekrar yakıta harcayacağım. Ayrıca, onları otelde bulamama riski de var. Vazgeçiyor, lanet okuyorum. Yorgunluk ve uykusuzluk tekrar basmaya başlıyor. Sabahın ilk ışıkları ile daha önce denediğim çok tenha bir kapıya geliyorum. Toprak bozuk bir yol. Alplerin tepesinde sözde bir tünel. Gerçekte mağara. Bu tarafda bir kulübe Yugoslavya, mağaranın diğer tarafı bir kulübe ve Avusturya. Yugoslavya çıkış damgasını alıp mağaraya dalıyorum. Avusturya kulübesinde bir memur, ayakları masada uyuyor. Sabahın sessizliğini benim arabanın motor sesi bozuyor ve memur uyanıyor. İri yapılı, uykudan mahmur memur nazik bir şekilde pasaportumu istiyor. Eğilip plakama bakıyor. Paslı boyaları akmış bir teneke. Sonra aramızda sohbet başlıyor;
– Nereye gidiyorsun?
– Almanya
– Ne iş yapıyorsun?
– Öğrenciyim.
Alaylı bir ses tonuyla,
– Siz de öğrenciden diplomat oluyor mu?
Plakamı kırmızı yazılı görünce alay ediyor. Ben de izin veriyorum.
– Biz de diplomatlık babadan kalıyor. Bebekken, öğrenciyken hep diplomatız.
– Ben gümrük memuruyum. Senin plaka polisi ilgilendirir.
Galiz bir küfür sallıyor
– Gece gelmedi beni yalnız bıraktı, hemen gazla. Almanya’ya kadar durma,
diyor. Ben hemen fırlıyorum. Birden hafifliyorum. Ne yorgunluk kalıyor ne de uykusuzluk. Günlerin çilesi birden yerini mutluluğa bırakıyor.

Hiç konaklamadan Salzburg kapısına geliyorum. Avusturya, ülkeyi terk ettiğim için çıkışımı veriyor. Ama Almanya almıyor. Bugünkü gibi sınır birliği yok maalesef o yıllarda… Beni tampon bölgede tutamayacakları için Avusturya mecburiyetten geri alıyor. Artık tecrübeliyim. Haritamı önüme açıyor Avusturya Almanya kapılarını işaretliyorum. Hepsini üçer kez denemeden vazgeçmek yok. Bu arada paralar da suyunu çekiyor. Yürütülen 200 Mark çok can yakıcı…
Denediğim kapılarda hep aynı sonuç. Para bitmek üzere. Son çare arabayı trene yükleyerek göndermek geliyor aklıma. Salzburg tren istasyonuna geliyorum. Yük gişesi çalışanına “bir hikayem var lütfen dinlermisin” diye başlıyorum. Sağ olsun beni sonuna kadar ilgi ile dinliyor.
– Trene yüklesek de aynı sorun var. Gümrükte indirirler. Kalmayan paranı da boş yere trene verirsin. Madem değişik gümrük kapılarını deniyorsun, buraya 60 kilometre uzaklıkta Braunau var. Şehrin içinden geçen İnn nehri üzerindeki bütün köprüler sınır kapılarıdır. Farklı sınır kapıları için kilometrelerce yol yaparak hem para hem zaman harcama. Bir köprü olmadı öbürünü denersin.
– Çok teşekkür ederim. Deneyeceğim.
– Braunau aynı zamanda Hitlerin doğum yeri. Hala hayranları çoktur. Hikayeni anlatırken plakamı Sırplar çaldı, pis komünistler diye başla. Faydasını görürsün.
Çok teşekkür ederek ayrılıyorum. Bir saatte Braunau’dayım.

İlk bulduğum köprüye dalıyorum. Köprünün bu ucu Avusturya, diğer ucu Almanya gümrüğü. Avusturya’dan çıkışımı alıp köprüyü geçiyorum ve Almanya’dayım. İlk polis değil gümrük memuru yaklaşıyor bana. Bir hikayem var lütfen dinler misiniz diye başlıyor ve makinalı tüfek gibi şakıyorum. Önceden ne diyeceğimi tasarlamış ve o kadar çok tekrarlamıştım ki, su gibi akıyor.
– Pis komünistler Belgrad’da plakalarımı çaldılar. Bir gece nezarette yatırdılar.
Gümrük memuru ilgileniyor. Park yeri göstererek;
– Buraya park et gel, seni şefime götüreyim.
Şef şefine, şef müdüre, müdür bölge müdürüne götürüyor. Ben de hep aynı Hitler edebiyatı.. Bölge müdüründe baltayı taşa vuruyorum. O yıllar Helmut Schmidt başbakan. Sosyal demokratlar iktidarda. Bölge müdürünün Hitlerci olması ihtimali çok zayıf. Durumu kavramam uzun sürmüyor.

Çok güzel dekore edilmiş bir oda. Ben 24 yaşımdayım, karşımda yaklaşık 60 yaşlarında, babacan bir bölge müdürü, Wilhelm Weitzenberger. Duruşunu, tarzını Hulusi Kentmen’e benzetmişimdir. Aramızda hemen bir sohbet oluşuyor. Önce beni sorguluyor. Sonra kendi anlatıyor. Beni oğluna benzetiyor ki, bu benim şansım oluyor. Benim hiç kardeşim yok. Ailenin tek çocuğu ve öğrenciyim. Wilhelm amcanın da tek oğlu var ve öğrenci. Münih’de tıp okuyormuş. Bu duygusallık benim kurtarıcım oluyor ama ardından büyük bir şok geliyor. Wilhelm;
– Plaka polisin işi, bizi ilgilendiren aracın ihraç edilerek Alman makamlarından düşürülmüş olması. Yeniden ithal etmek için senin hakkın yok ancak bir Alman ithal edebilir.
Hiç aklıma gelmeyen bu sorun beni çökertiyor, yanında plaka masum kalıyor. Wilhelm amca, pes etmeden yoğun bir telefon trafiğine giriyor. Ara ara odaya girip çıkan memurlar, imza atmalar ve benimle kısa sohbetler dışında saatlerce benim olayımı çözmek için araştırmalar yapıyor. Ben hep odasındayım. Çok ilgileniyor, kahveler geliyor kahveler gidiyor. O yaşıma kadar böyle bir makamda böyle bir ilgi görmemişim.
Sonunda arabayı kurtarmanın tek yolunun ihracat işleminin iptal edilmesi olacağını buluyor. İhracat Salzburg kapısından yapıldığı için iptalin de orada yapılması gerekiyor. Ama bu imkansız. Orada bana iptal işlemini yapmayacaklarını Wilhelm amca da biliyor. Bir çok telefon trafiği daha ve karar veriyor;
– Risk alıyorum, ihracat iptalini ben yapacağım. Umarım şikayet olamaz.
Direktifini veriyor ve benim işlemim yapılırken ben hala Wilhelm amca ile beraberim. Bu kez telefonla polis müdürünü arayıp, plaka işini nasıl çözeceğimizi soruyor. Herhangi bir araba servisinden geçici servis plakası alarak gideceğimiz yere varana kadar kullanabileceğimizi öğreniyor. Passau kentinde bir servisle telefonda anlaşıyor. Ancak vakit geç. Passau 50 kilometre uzakta ve bu gün yetişemeyeceğiz. Sabah orada olmak üzere sözleşiyor.
Mesai bitti. Wilhelm amca nerede geceleyeceğimi soruyor. Bir otelde diyorum. Diyorum ama otelde yatacak param kalmadı. Araba gümrük parkında olduğu için alamayacağım. Gider bir park da sabahlarım diye düşünüyorum. Birlikte çıkıyoruz. Otele bırakmak üzere beni makam arabasına davet ediyor. Kırmıyorum. Otelin önünde iner bir parka giderim diye düşünüyorum. Tam otel önünde inecekken “bize gelmez misin” diyor. Önce donup kalıyorum. Almanlar evine götürürse otele vereceğin parayı isteyebilir. Her şeye rağmen kabul ediyorum. Para isterse, param kalmadı göndereyim derim. Bu arada temiz bir yatakta uyku çekmek var…

İnn nehri kıyısında, hafif yüksek bir tepe üzerinde bir eve geliyoruz. Ev demeye şahit ister. Tam bir malikane… Evin arakasına dolanıyoruz. Wilhelm amcanın eşi burada. Bir de ne göreyim! Sanki bir hayvanat bahçesi. Bayan Weitzenberger hayvanlara akşam yemeklerini veriyor. Yılan dahil pek çok hayvan…
Tanışma faslı sonrası eve giriyoruz. Bana odamı ve banyoyu gösteriyorlar. Temizlik sonrası salonda buluşacağız.
Salona geldiğimde masada 5 servis görüyorum. Duş yapmak yorgunluğumu nispeten almış. Kendimi dinç hissediyorum. Evde 3 kişiyiz ama 5 servis açılmış. Belli ki iki davetlimiz var. Umarım güzel kızlar gelir diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
O da ne? Masaya iki maymun geliyor. Biri şortlu diğeri mini etekli. Belli ki biri dişi diğeri erkek. Sandalye üzerine zıplayıp tepiniyorlar. Çatal bıçak alıp tabaklara vurarak gürültü ediyorlar. Bayan Weitzenberger mutfakdan bağırıyor;
– Bekleyin. Sabredin. Geliyorum…
Domuz dili ile geliyor. Tabaklarına birer dilim koyuyor. Kıpır kıpır bir vaziyette elleriyle yiyorlar. Ben hayran hayran seyretmekten açlığıma rağmen yemeye başlayamıyorum. Maymunlar çekilince sohbete dalıyoruz. Bu arada Wilhelm amcanın Çek kökenli olduğunu öğreniyorum. Alman olsa bunca iyiliği bana yapmazdı diye düşünüyorum.

Sabah, Wilhelm amcanın kapı arkasından “aufstehen” (kalkınız) kibar sesi ile uyandım. Mükellef bir kahvaltı sonrası Passau’ya araba servisine gidiyoruz. Servisten geçici bir plaka alıp Braunau’ya gümrük parkına dönüyoruz. Bölge müdürlerinin geldiğini gören görevliler seferber oluyorlar. Elimden plakaları kapıp montajlıyorlar. Ve ayrılık zamanı. Wilhelm amcaya borcumu soruyorum. Plakalar için ödediği dokuz Markı istiyor. Evinde konaklamaya bir talebi yok. Bu nasıl Alman!…. Hemen ödüyor ve vedalaşıyorum. Önce bir benzin istasyonuna giriyor ve depoyu dolduruyorum. Kalan paraya iki paket sigara… Daha da beş Fenik bile kalmadı.

Paderborn’da öğrenci olan arkadaşımın yanına gideceğim. Arabayı onunla Paderborn’dan almıştık. Bunu verip, Türkiye’ye girme sorunu olmayan başka bir araç alacağız. Paderborn – Braunau yaklaşık 600 kilometre. Benzini en az yaktığı 90 km/saat hızla seyrederek, yaklaşık 8 saatte Paderborn’da, arkadaşımın kaldığı öğrenci yurtlarının bahçe kapısında benzinim bitiyor ve motor stop ediyor. 18 gün!… Yenilediğim araçla Türkiye’ye dönüyorum. Dönüşüm gidişin tersine, oldukça eğlenceli oldu. Bir başka sefere…
Wilhelm Weitzenberger ile yıllarca yazıştık. O dönemde internet yok. Dönemin mesajlaşma şekli olan kartpostal trafiği… Yıllarca sürdü… Ve sonra benim üst üste attığım kartlara yanıt gelmedi…

Buraya kadar okumuşsanız bir yorum yazarsınız. Beklerim efem!…