KARAVAN İLE KARANLIK KANYON

Gezi başlığı Karanlık Kanyon olsa da, gezi kapsamı çok daha geniş. Karanlık Kanyon, bu gezinin can alıcı / önemli noktası. Bireysel gezilerimiz genellikle böyledir. Bir önemsediğimiz noktaya giderken ve dönerken oluşan gezilecek yerler toplamı…

Karanlık Kanyon’a gidiş Sivas ve Divriği şehir turlarını içeriyor. Sivas şehir merkezinde bir çok tarih yatıyor. En önemlisi Sivas Kongresinin toplandığı bina. Madımak otelini görmek istedik ama duyduğumuz veya beklediğimiz gibi müzeleştirilmiş bir otel bulamadık.

Divriği denince akla Ulu Cami geliyor. Ulu Cami’yi restorasyon çalışmaları içinde bulduk. Ancak iki kapısını gördük ki, bu bile Divriği’ye uğramak için değer. Restore çalışması beş yıl önce başlamış. İlgilinin verdiği bilgiye göre, Cumhurbaşkanı Mart 2024’e kadar bitirilmesini istemiş. Açılışı kendisi yapacakmış. Bu tavır ister istemez yerel seçimleri çağrıştırıyor…

Karanlık Kanyon’dayız… Yazmak zor . Fotoğraf albümü o güzelliği, o haşmeti anlatacaktır. Kanyon içinde Fırat nehrini taşıyor. Erzincan Kemaliye ilçesi sınırlarında. Biz kanyona Kemaliye’den değil Kuzeyden girdik ve Kemaliye’ye çıktık… Köy yollarından, çok güzel bir coğrafyadan ilerleyerek (karavanımızla) güzel ama zor yollardan kanyonun kuzey ucuna ulaştık. Karavanımız dağ şartlarına göre yapılmış olduğu için sıkıntı yaşamadık. Meraklılarına reklam edeyim. Hunter Karavan. Bize minimal yaşamayı öğreten ama aradığınız her konforu içeren bir çekme karavan. Reklamları izlediniz… :))


Kaç tünel, pardon mağara geçtik sayamadım. Adı tünel, kendisi mağara… Montenegro’da benzer mağaralar geçmiştik ama orada zemin düzgün kaplanmıştı. Burada zemin kaplamayı bırak zemin yok. Tarla buraya göre çok daha düzgün bir zemin. Gezmek amaçlı yavaş ve dura kalka gidiyoruz ama seri gitmek istesek saatte on kilometreyi aşamazsınız. Tünelden tünele geçerken kanyon ve Fırat ile karşılaşıyorsunuz.

Mola verdiğimiz bir nokta da, Kemaliye’li bir taksici ile karşılaştık. Nehirde balık tutmaya gelmiş.

– Yukarıdan geliyorsunuz, değil mi? Diye sordu bize.
– Evet
– Aşağıda tüneller (mağaralar) bitince zorlu virajlar var. Bu karavanla nasıl döneceksiniz?

Her zamanki özgüvenimle cevapladım.
– Biz bu güne kadar ne zor yollar katettik. Bunu da geçeriz.

Amcamdan ayrıldıktan sonra iki kaya arasından bir nevi bir kapıdan geçmemiz gerekti. Bize yol vermek isteyen bir araç bekliyordu. Selamlaşıp geçtik. Tam kapı çıkışında durdum ve Arzu’nun ileri giderek, karavan ile hareketimizi videoya almasını istedim. Arzu ilerlerken bize yol veren delikanlı geldi ve;

– Neden durdunuz sorun var mı? Diye sordu.
– Eşimin ilerlemesini bekliyorum videoya alacak.
– İsterseniz dron ile çekeyim!…

Nasıl istemezsin. İyi ki karşılaştık bu iki Elazığ’lı gençle. Çağlar Şen kardeşime buradan selamlar… Aşağıda bulacağınız çekimlerin çoğu Çağlar kardeşe aittir.

Zor iki dönemeci kıl payı farkla, manevrasız geçtim. Gerçi çekme karavan ile manevra zor iş. Hele de burada… Bu arada Fırat üzerinde tekne gördük. Belli ki kanyon gezisi yapıyorlar. Arzu;

– Aşağıdan fotoğrafımızı çekseler.
– Uğrayalım. Uygun zaman ve yeteri yolcusu varsa biz de tekne gezisi yapalım.

Mağaraların bittiği ama yol kıvrımlarının vahşileştiği alanı geçerek Kemaliye girişine ulaştık. Baktık tekne gezisi platformu burada ama çok tenha. Konuşmak için girdik. Tekne kaptanı delikanlı:

– Abi o karavanlı siz misiniz?
– Evet
– Deli işi…

Yöreyi iyi tanıyan kaptanın bize verdiği unvan işte bu oldu. “Deli İşi”

Kısa bir Kemaliye turu sonrası yatacak yer aradık. Tam yerleşirken yine Çağlar geldi.
– Abi yukarıda Kırk Gözeler var. Mesire yeri. Çok manzaralı. Bu mevsimde kimse yoktur. Orada geceleyin. Hemen toparlandık ve Kırk Gözelere vasıl olduk. Kemaliye ve Fırat nehri ayaklar altında. Uçağın ilk kalkış anı gibi ful manzara….

Dediğim gibi, birincil hedef Karanlık Kanyon idi. Şimdi dönüş yolu. Göbeklitepe, Urfa, Antep, Adana, Mersin, Yozgat ve kürkçü dükkanı, İznik…

Göbeklitepe ayrı bir fasıl. Geçiştirilemez. Adana “Yılan Kale” ve Mersin “ Çamlı Yayla” dönüş favorileri. Çamlı Yayla da Figen’in ( Yudosk kurucusu ve başkan yardımcısı ) kardeşi Harun Özçürümez’de iki gün konuk olduk. Sonrası Yozgat Bahadın Kasabası’nda anne ziyareti ve İznik…

Sağlıkla kalınız. Bol gezmeleriniz olsun…

Büyük izlemek için fotoğrafa tıklayınız. İyi seyirler…

Piva-Tara-Durmitor 2023

Karadağ’ın (Montenegro) kanyonları Piva, Tara ve Durmitor. Üç kanyonun oluşturdukları kavşakların ortası Durmitor Ulusal Doğa Parkı. Yeniden yaşamak için yeryüzünde bir yer seç deseler, seçimim burası olur… Tara ve Durmitor Ulusal Doğa Parkı, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yerlerini alıyorlar.

Tara Nehri 30 km kadar Bosna ve Karadağ arasında sınırı oluşturuyor. Bosna Foça bölgesinden, Karadağ Plutzen’e geçişte Tara üzerinde ahşap bir köprü kapı görevi yapıyor. Bölgeye defalarca sefer yaptım. İlk keşfim otobüs ile oldu. Yudosk adına yaptığımız bir balkan gezisinde 40 kişilik otobüsü buraya sokmuştum. Otobüs köprüye girmek için bir hayli zorlandı. Gümrük görevlileri, bizim bu köprüden geçen ilk turist otobüsü olduğumuzu, bir hayli şaşkın ifade etmişlerdi.

Sonrası daha bir şaşırtıcı. Plutzin istikametine giderken onlarca tünelden geçiyorsunuz. Tünel dedim ama aslında mağara… Mağara içinde mağara kavşaklarıda var. Kayalar oyulmuş ve hiçbir işlem yapmadan geçişe açılmış. Aydınlatma hakgetire…. Coğrafya zaten haşin. Piva kanyonu duvarlarında ilerliyorsunuz. Bir süre sonra sol taraftan sağa bir köprü le geçiyor ve hemen mağaraya giriyorsunuz. Önce sağınızda, sonra solunuzda Piva derinliğini izliyorsunuz.

Konuyu dağıtmadan Tara ile devam edelim. Tara Avrupa’nın birinci uzun ve derin kanyonu. Dünyanın en derin ikinci kanyonu. Derinlik 1300 metreye kadar kadar çıkmaktadır. Doğa sporları için çok uygun bir coğrafya. Rafting cenneti. Kanyon derinliklerinde kamp alanları mevcut. Fiyatlar ise uygun. Rafting kamplarının bir çoğu özellikle Bosna tarafı düz alanda. Buradan hizmet alırsanız, rafting esnasında iki kez pasaportsuz sınır geçiyorsunuz.

144 km uzunluğundaki bu temiz dağ nehrinin güney doğusunda, Zabjak bölgesinde ünlü Tara köprüsü yer alır. Köprü, Sırp mimar Mijat Trojan tarafından 1938-40 yıllarında inşa edilmiştir. Tamamlandığında Avrupa’nın en büyük beton kemerli köprüsü oldu. Köprü, Tara nehrinden 172 metre yükseklikte, 365 metre uzunlukta ve 5 kamerden oluşmaktadır.

Tara, güney doğudan kuzey batı istikametinde uzanırken, Durmitor kanyonu güneyden kuzeye uzanarak Tara ile buluşur, Keza, Piva’da güney kuzey yönünde Durmitor’a paralel olarak Tara ile buluşur. Bu kanyonların aralarında kalan coğrafya ise Durmitor Ulusal Doğa Park’ını oluşturur…

Durmitor kanyonunu iniş ve çıkış olarak geçilen kara yolu mevcut. Olağan üstü manzaralar içinde ilerlersiniz. Kanyon tabanında kısa bir yürüyüş ile çok güzel göllerle karşılaşırsınız. Suşiko jezera bunlardan biri ve en yakın olanı.

Piva kanyonu içinde bir de baraj var. Tarihçesini bilmiyorum ama gördüğüm en yüksek baraj seti burada. set üzerinden kanyona bakarken ürküyorsunuz. uçağın kalkış anı kadar yüksek ve arkanızda bu yüksekliğe kadar su dolu olduğunu düşünüce kaçma isteği uyanıyor. Baraj iki kola ayrılarak kanyonlar içinde uzanıyor. batı kolu üzerinde ise o şirin Plutzen kasabası yerleşiyor.

Fazla uzatmadan görsel şölene bakalım. Fotoğraflara tıklamak sureti ile büyük izleyebilirsiniz ve buraya kadar gelmişseniz aşağıya bir yorum bırakırsınız di mi?… :))

Kapadokya

Uzun geziler öncesi karavanımızla uyum sağlama, birbirimizi tanıma gezisi rotası bu defa Kapadokya.
İki günlük kısa bir gezi. Dört kişiyiz. İki kişi karavanda iki kişi araç üstü çadırda konakladık.

İlk gecemizi Kızıl Çukur vadisine nazır bir düzlükte geçirdik. Sabah beşte bir gürültü koptu. Çöp kamyonu çöpleri alıyor diye düşündüm. Çöp almak ne kadar sürebilir ki, bitmek bilmez… Merakla araç üstü çadırımın kapısını açtığımda ağzım açık kaldı. Gökyüzü balon dolu. Gürültü ise hazırlanan balonlardan geliyor. Kalkış pistlerine üç adım mesafede konaklamışız.

Avanos, Kızılırmak kıyılarını güzel değerlendirmiş. Belediyesini tebrik ederim. Uzun uzun yazmayacağım. Göreme ve Zelve klasik gezilerimizi yaptık.

Şimdi balonları seyredelim. Üzerine tıklamak sureti ile fotoğrafları büyütebilirsiniz…

Plitvice Gölleri Hırvatistan

Plitvice gölleri Hırvatca Plitvička jezera,  Unesco’nun DÜNYA KÜLTÜR MİRASI listesine aldığı göller ve şelaleler topluluğu. Tam bir yeryüzü cenneti… İki büyük ve yedi küçük olmak üzere dokuz gölden oluşan topluluk, kot farkları nedeniyle birbirlerine şelale olarak dökülürler.

Dört kişi düştük yollara. Çekme karavanımız ve araç üstü çadır dört kişiyi barındırmaya yetiyor.

karavan-1

Fotoğraf Kapadokya’dan… Karavan ve araç üstü çadırı tanıtmak istedim.

Ben ve eşim Arzu karavanda, Mehmet abi ve arkadaşı da çadırda konakladık. Yol boyu çeşme bulamadığımız için karavana su ikmali zorluğu dışında bir sıkıntımız olmadı.

Plitvice için uzun yazı değil uzun görsele ihtiyaç var. İki aşamalı galeri yüklüyorum. Fotoğrafların üstüne tıklamak sureti ile büyük izleyebilirsiniz…

Büyük gölü tekne ile geçiyoruz. Geçtiğimiz yerde dinlenmek için bir hayli olanaklar var. Büfe, restoran, tuvaletler ve çimlere yayılmış masalar… İkinci aşamada kısa bir karasal yürüyüş sonrası şenlik tekrar başlıyor.

Giriş ücreti 250 kuna. Bu da yaklaşık 32-33 euro yapıyor. Plitvice’ye daha önce 3 kez otobüs ile YUDOSK’u götürdüm. Her seferi 40-42 kişi olmak üzere. 2 defada kendi aracım ve birkaç arkadaş ile gitmişliğimiz var. Bu altıncısı karavanlı oldu. Dikkat edilmesi gereken 3 konu var;
1- Cumartesi-pazar çok kalabalık. Hafta içi ve erken saatler tercih edilmeli. Sabah 7.00 de açılmış oluyor.
2- Aşağıdan yukarı doğru gezmek de mümkün ancak daha yorucu oluyor. Tercih yukarıdan aşağı doğru olmalı. Yukarı üç vagonlu otobüs ile çıkılıyor. İz takipli araç sanki tren ve ray üzerinde gider gibi. Yola göre kıvrıla, kıvrıla ilerliyor. Otobüs ve tekne ücretleri bilete dahil. Biletinizi giriş sonrası atmayınız.
3- Ağustos ve sonrası sularda nispeten azalma var. Mayıs haziran en iyi aylar.

BURAYA KADAR GELMİŞSENİZ BİR YORUM BEKLERİZ!….

BSG Büyük Sibirya Gezisi

2024 mayıs sonu başlayacak olan bu uzun geziye karavan veya araç üstü çadır ile katılabilirsiniz. Araçların arazi şartlarına uygun olması gereklidir.
Uzun gezi / keşif / macera sıkıntılarını zevke dönüştürmek ve uyum sağlamak önemlidir…. Planlamada belli noktalar vardır. Ağırlıklı olarak şehirler… Doğa, planda fazla işlenmemiştir. Büyük bölüm doğa olacaktır ve bazen zorlu şartları aşmak gerekecektir. Üç-dört ay süreli ve 30-35 bin kilometre olarak planlanmıştır.

Başlıyoruz

Gidiş güzergahı

POTİ (GÜRCİSTAN)

bsg1-1

Poti Deniz Feneri, Karadeniz kıyısındaki en eski denizcilik tesislerinden biri. Dökme demirden yapılan deniz feneri, İngiltere’de inşa edilmiş, 1864 yılında buharlı gemi ile G ürcistan’a taşınmış ve inşa edilmiş.
POTİ ST. VIRGIN KATEDRALİ Azize Meryem Katedrali (St. Virgin Mary Cathedral), Poti’nin önde gelen anıtlarından biri ve Gürcistan’ın tek NeoBizans tarzı Ortodoks kilisesi. Gürcü yazar ve aydını Poti Belediye Başkanı Niko Nikoladze, katedralin Poti’nin her yerinden görünmesi için şehir merkezinde bir konum seçmiş ve inşasına doğrudan katkıda bulunmuş.

SOHUM

Abhazya Cumhuriyeti’nin Karadeniz kıyısında bulunan başkenti. Abhazya Özerk Cumhuriyeti’nin de başkentidir. Osmanlı dönemindeki adı Sohumkaleydi.
Sohum, liman ve tatil kenti olarak bilinirdi. Ayrıca Sohum Dranda Havalimanı hava ulaşımı için mevcuttur. Plajları, otelleri, kaplıcalarıyla ünlüydü. Tarihsel botanik bahçesi 1840’ta kurulmuştur. 1945-1954 arasında, Sovyet nükleer programlarının geliştirildiği bir fizik laboratuvarı bulunuyordu. Kışları ılık bir ılıman iklimi vardır.

GAGRA

Kafkas Dağları eteklerinde, Karadeniz’in kuzeydoğu kıyısında 5 km’lik bir alana yayılır. Gagra, yarı tropikal iklimi nedeniyle Çarlık Rusya’sı ve Sovyet dönemlerinde ünlü dinlenme ve sağlık merkezlerinden biriydi.

SOÇİ (RUSYA)

Discovery World Akvaryumu: Dev balıklar ve renkli deniz canlılarını görebileceğiniz bu akvaryumda zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. Akvaryum hafta sonları biraz kalabalık ancak hafta içi daha sakin.
Mamedovo Kanyonu : Özellikle bahar ve yaz aylarında ziyaretçilerin buluşma noktası olan bu kanyonun çevresinde doğa içinde uzun yürüyüşler yapabilir ve yemyeşil bir doğada huzur bulabilirsiniz.

KRASNODAR

Kızıl Cadde: “Krasnanya” olarak da adlandırılan cadde, Krasnodar’da alışveriş yapmak için güzel bir yer. Caddenin çevresinde araç trafiği olmadığından dolayı rahatça dolaşabilirsiniz. Güzel Rus binaları ile çevrili olan cadde, otantik bir deneyim sunuyor. Aurora Tiyatrosu burada hemen fark edilir. Aurora’dan Alexander Nevsky Katedrali’ne yürüyerek, yol üzerinde ilginç yapılarla karşılaşabilirsiniz.Büyük Catherina Heykeli: Krasnodar’daki örnek eserlerden biridir. Catherina’ya saygı anlamında yapılan heykel, şu an yenilenmiş durumda.

ROSTOV-NA DONU

Rostov-na-Donu, bir liman kenti ve Rostov Oblastı ve Rusya’nın Güney Federal Bölgesi’nin idari merkezidir. Doğu Avrupa Platosu’nun güneydoğu kesiminde, Don Nehri üzerinde, Kuzey Kafkasya’nın kuzeyindeki Azak Denizi’nden 32 kilometre uzakta yer alır. Şehrin güneybatı banliyöleri Don Nehri deltasına bitişiktir.

Puşkin Anıtı: Rusya’nın dünyaca ünlü şairi Puşkin’in anısına yaptırılan anıt, heykeltıraş Mikhail Anikushin tarafından tasarlandı ve şehrin kuruluşunun 250. yılını kutlamak amacıyla kent merkezine yerleştirildi.
Günümüzde şehre gelen turistlerin fotoğraf molalarını süsleyen Puşkin’in Anıtı, Rostov’un simgelerinden biri haline geldi

VOLGOGRAD ( STALİNGRAD )

Volgograd, eski isimleriyle Çariçin veya Zarizyn ve Stalingrad, Rusya’daki Volgograd Oblastı’nın merkezi olan şehirdir. İdil Lenin Meydanı: Şehrin kalbinin attığı noktalardan biri olan Lenin Meydanı insanların günlük yaşamlarını geçirdikleri, kafeteNehri’nin batı yakasında kurulmuştur. Şehrin şu anki nüfusu: 1.011.417 olup, kilometrekare başına 1.900 kişi düşmektedir. Deniz seviyesinden yüksekliği 0-102 metre arasındadır.

Volga Don Kanalı: 1952 yılında yapılan kanal Volga ve Don nehirleri üzerinden kuzey buz denizini Karadenize bağlayan dev bir yapıdır. İnşa edildiği dönem de tahminin 11 milyon kişinin çalıştığı düşünülen bu kanalın üzerinde Stalin dönemine ait neo klasik tarz da inşa edilen kemer yer almaktadır.

Birbirinden farklı heykeller ile şehrin geçmişi hakkında fikir edinilen yerlerden biridir.

SARATOV

S aratov Rusya’nın Saratov Oblastı’nın yönetim merkezi olan şehir. Volga Nehri’nin kuzeyindeki en büyük liman şehirlerden biridir. Nüfusu 2010 sayımlarında göre 837,900 kişidir.

 Holy Trinity Katedrali : Kent merkezinde yer alan Holy Trinity Katedrali, 17. yüzyıldan kalma şehrin en eski yapılarından biri. Renkli ve muhteşem Rus mimarisiyle dikkat çeken kilisenin, 1674 yılında ahşap malzemelerden inşa edildiği biliniyor.
1684 yılında çıkan bir yangın sonucu ağır darbeler alan kilise binasının, bu sefer taş kullanılmak üzere yapılması kararlaştırılıyor ve günümüzde herkesin ziyaretine açık olan Holy Trinity Katedrali ortaya çıkıyor. 

SAMARA

Kentin ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmiyor, ancak kuruluş tarihi resmi olarak Samara Nehri’nin kıyısında bir kalenin inşa edildiği 1586 olarak kabul ediliyor.

Kentteki yeni kale, göçebe akınlarını uzakta tutmak ve Volga ile Samara nehirleri üzerindeki hareketleri denetlemek için gerekliydi. Kentin güçlendirilmesi ayrıca, yeni verimli toprakların ele geçirilmesine de yardım edecekti.
Sovyetler Birliği döneminde Samara’nın adı değiştirildi. Kent, Sovyet devlet görevlisi ve parti üyesi Valerian Kuybışev anısına “Kuybışev” adını aldı. İlginçtir ki, Yuri Gagarin de efsanevi uzay yolculuğunu bitirir bitirmez Kuybışev’e geldi. Gagarin, kentten yolculuğunu başarıyla tamamladığı konusunda telefonla rapor verdi.
Samara da o zamandan beri, füze üretimi yapılan Progress Füze Uzay Merkezi bulunuyor. Gagarin’in uzaya gittiği Vostok uzay aracının fırlatıldığı füze de bu merkezde üretilmişti.

Samara askeri ve uzay alanındaki başarılarının yanı sıra birçok ünlü Rus yazarın en sevdiği yer olması bakımından da ünlü. Lev Tolstoy, Maksim Gorki ve Gavriil Derjavin kenti ziyaret etmiş, Aleksey Tolstoy burada doğmuş ve hayatının büyük bölümünü burada geçirmişti.

ŞUPAŞKAR (ÇAVUŞİSTAN CUMHURİYETİ)

Şupaşkar veya Çeboksarı, Çuvaşistan’ın İdil Nehri’nin kıyısında yer alan başkentidir. Nüfusu 453.700’dür. Bazı kaynaklarda “Çubuksaray” adıyla da anılır

Çuvaşistan, Çuvaşya veya Çuvaş Cumhuriyeti (Çuvaşça: Чăваш Республики), Rusya’nın içinde yer alan federe cumhuriyettir. Cumhuriyetin adını aldığı Çuvaşlar, Türk halklarından biridir. Çuvaşistan, Rusya’nın orta kesiminde yer alır ve Haziran 1920’de kurulmuştur. Yüzölçümü 18.300 km²’dir. Nüfusu yaklaşık 1.350.000’dir. Başkenti Çeboksarı’dır.

Çuvaşların, 10.-16. yüzyıllarda eski Türk boylarının (İdil Bulgar’nın) karışmasından meydana geldikleri yazılmıştır. Ayrıca Çuvaşların Suvar ya da Suvaz adlı Türk adından geldiği de öne sürülmektedir. Çuvaşların % 15’i Başkurt ve Tatar bölgesindedir.

Çuvaşların yaşadığı bölge 16. yüzyılda Rusların eline geçmiş, bölgede 1920’de özerk yönetim birimi oluşmuş, Nisan 1925’te de özerk Cumhuriyet haline gelmiştir. SSCB’nin dağılmasından sonra da (1991) Çuvaşistan Özerk Cumhuriyeti adını almıştır.

Çuvaşlar Orta Volga bölgesinde, kapalı bir toplum olarak yaşarlar. Cumhuriyetin yüzölçümü 18.300 km² dir. Ülkenin üçte biri ormanlarla kaplıdır. Çuvaşistan’nın ülke nüfusu 1.500.000’dir. Nüfusun %60’ı şehirlerde yaşamaktadır.

Bu nüfusa, Rusya’ya bağlı diğer federasyon ülkelerinde yaşayan çuvaşlar da eklenirse, tüm Rusya Federasyonlarındaki Çuvaş halkının nüfusu 2.500.000 civarındadır.

Çuvaş Türkçesi ve Edebiyatı

Konuştukları lisan, diğer hiçbir Türk diline benzemiyor ama onlar Türkçe’nin en eski lehçesini konuşan tek halktır. Türklerin batıya göç sürecinde kaybettiği kelimeleri, hatta çoğul eklerini koruyorlar. Slav, Fin-Ogur kültürü etkisiyle sözcükler hayli değişmiş ama kökleri yaşatıyorlar.

KAZAN (TATARİSTAN CUMHURİYETİ)

Kazan Kremlin: Özerk bölgenin başkenti Kazan sınırları içinde bulunan yapı, Tataristan’ın baş tarihi kalesi olarak bilinmektedir. Bu kale İlk Rus Çarı Korkunç İvan’ın emriyle Kazan Hanlarının eski kaleleri üstüne inşa edilmiş olan mükemmel bir kaledir. 2000 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesine dahil edilen bu şahane kale, kompleksi içerisindeki diğer mükemmel yapılarla da göz doldurmaktadır. Kazan’ın sembolü haline gelen Kazan Kremlin, 10 ve 16. yüzyıllarda oluşturulan heybetli bir kale olup Tataristan’ın görülmesi gereken yerlerinden biridir.

Tataristan Rusya’ya bağlı özerk cumhuriyetlerden biridir. Yaklaşık 4 milyon nüfusa sahip olan Tataristan’ın yüzölçümü tam 67,836 kilometrekaredir. Özerk bölgenin başkenti aynı zamanda ticari, ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan en önemli merkezi olan Kazan şehridir. Tataristan nüfusunun yarısına yakını başkent Kazan’da yaşamaktadır. Tataristan tarihi ve turistik açıdan Rus cumhuriyetleri içinde önemli bir mevkiye sahiptir. Bölgede birçok cami, kilise, kule gibi tarihi mekanların yanı sıra park, göl gibi dinlenme yerleri ve doğal alanlar da mevcuttur.

UFA (BAŞKURDİSTAN CUMHURİYETİ)

Ufa, Rusya Federasyonu’na bağlı Başkurdistan Cumhuriyeti’nin başkenti ve en büyük şehridir. Aynı zamanda Ufa İli’nin merkezidir. Ufa Başkurdistan merkez kuzeyinde, Ağizel ile Karaizel nehirlerinin kesiştiği noktada, Ural Dağları’nın güney kesiminin batısındaki Ufa Platosu’nu oluşturan tepelerde yer almaktadır.

Lâle-tülpan Camii : Muhteşem mimarisiyle dikkatleri üzerinde toplayan Lale-tülpan Camii, Ufa’nın en estetik yapılarından biri. Görenlerin hayran kaldığı cami, aynı zamanda cami olmanın ötesinde bir kutsal ziyaret yeri olarak gösteriliyor.

Yapımı tam 6 yıl süren caminin inşası 2005 yılında tamamlandı ve bölgenin en gösterişli dini yapısı olmaya hak kazandı.

Başkurdistan, Rusya sınırları içinde bulunan, doğal güzellikleriyle ve özellikle nehirleriyle, atlarıyla, zengin petrol rezervleriyle öne çıkan özerk bir Türk yurdudur. Son nüfus sayımına göre (2016) 4 milyon civarı bir nüfusu barındıran bölge Başkurt, Tatar ve Rus halklarından müteşekkildir. Bölgede genel olarak Başkurt Türkçesi ve Rusça konuşulmaktadır. Ancak Başkurt ve Tatarlar o kadar kaynaşmıştır ki dillerdeki birçok kelime aynıdır. Bölgenin yerli halkı Başkurt Türkleri’dir.

Başkurtlar, Rusya’ya bağlı özerk bölgelerde yaşayan Türk topluluklarından sadece birisidir. Başkurtlar, tarih boyunca bağımsızlığını ve milli benliğini korumak için savaşmıştır. Yer yer birçok kavimle mücadele etmiş olsalar da genel olarak karşılarındaki, Ruslar olmuştur. Zengin mitoloji ve destanlara sahip olan Başkurtlar bu kültürel varlıklarını bugüne kadar yaşatmışlardır. Tarihte yer etmiş birçok kahramanı da bağrından çıkarmış ve adını da bugüne taşımıştır. Bu kahramanlardan günümüze en yakını da Ahmet Zeki Velidi Togan (1890 – 1970) olmuştur. Togan, Başkurdistan topraklarında doğmuş ve sürgünlerle geçen ömründe uzun süre Türkiye’de yaşamıştır. Hayatını Başkurdistan halkının bağımsızlığına adadığı gibi tüm Türk halklarının bağımsızlığı için son nefesine kadar mücadele etmiştir. Nitekim Rus sömürgeciliğine her alanda karşı çıkmış ve Türkistan’daki (Orta Asya) Türklerin milli benliğinin uyanmasında etkili olmuş, en önemlisi Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti’nin kurulmasında öncü olmuştur (1919). Başkurtlar, müzeye çevirdikleri evi, heykelleri, caddelere verdikleri adı, kültürel etkinlikleri ve en önemlisi fikirleriyle Togan’ı hiç unutmamışlardır.

Başkurt Türklerinin unutulmaz kahramanlarından en önemlisi de Salavat Yulayev’dir. 18. yüzyılda Ruslara karşı bağımsızlık mücadelesi vermiştir. Bugün dahi Başkurtlar tarafından sahip çıkılmakta ve başkent Ufa’da at üstünde büyük bir heykeli bulunmaktadır. Salavat Yulayev gibi Zeki Velidi Togan gibi tarihî kişilikleri ne kadar yazsam birçok yönü eksik kalacaktır. Bizimkisi aslında sadece okuyucuya sunulan bir kıvılcımdır.

ÇELYABİNSK

Modern şehrin bulunduğu yerde, bir zamanlar Chelyab adlı benzeri bir Başkır köyü barındırıyordu. Şehir bu statüyü 1787’de aldı. Uzun süre, az kişi bunu biliyordu, çünkü sessiz ve sakin idi. Bu alanlarda bir altın madeni bulunana kadar devam etti. Büyük Vatanseverlik Savaşı’nın bitiminden sonra şehir Tankograd olarak değiştirildi. Özgün adı SSCB’nin dağılmasından sonra şehre geri gönderildi. Artık çok ilginç yerler ve olanaklara sahip güzel ve çekici bir köy.

Şehrin manzaraları, her şeyden önce tarihi mimari eserler, tapınaklar ve manastırlardır; aralarında listenin ilk sırasındaki yeri Arkaim şehridir. Andronovo kültürünün bu anıtı, 1987 yılında keşfedilen, mezarlıkları ile güçlendirilmiş bir yerleşim alanı. Bugüne kadar Rusya’nın harikası biridir. Muhteşem bir yapı, Tanrının Annesi Simgesinin Kilisesi’dir. Bu binanın temeli 2001 yılında atılmış ve inşaatı 2004 yılında sona ermiştir. Tapınakta Palekh ve Minsk ustaları tarafından toplanan simgeler toplanmıştır.

OMSK

Omsk 1.25 milyona yaklaşan nüfusu ile Sibirya’nın ikinci Rusya’nın ise sekizinci büyük şehridir. Moskova’ya olan uzaklığı 2550 km’dir ve oldukça soğuk bir iklime sahiptir. Rusya’nın en fantastik ve merak uyandıran şehirlerinden biridir. Bu sebeple Rusya gezi planı yapan kişiler listelerine mutlaka bu şehri de eklemelidirler.

Omsk günlük yaşamı ile ilgili olarak söylenebilecek en doğru şey iklime ve hava şartlarına göre değişiklik gösterdiğidir. Sibirya’da yer alan bu şehir doğal olarak kış aylarında inanılmaz soğuk olabilirken yaz ayların da ise 35 – 40 dereceye kadar ısınabilmektedir. Bu sebeple kış ayların da günlük yaşam neredeyse durma noktasına gelir ve insanlar evlerinde zaman geçirmeyi tercih ederler. 

Yaz ayların da ise hayat daha hareketli olur ve özellikle doğası ile ünlü olan bu şehir de insanlar piknik, gezi veya kamp gibi tabiatla iç içe olacakları aktiviteler ilgi gösterirler. Gün içinde zaman geçirmek için her türlü sosyal olanak Omsk şehrinde yer alır. İş olanaklarının fazla olmasına karşın kişi başı gelir konusunda beklentileri pek karşılamayan şehir de insanlar harcamalarına dikkat etmek zorunda kalırlar.

NOVOSİBİRSK

Novosibirsk Gezilecek Yerler İlk Adres Lenin Meydanı Novosibirsk Lenin meydanı şehrin merkezinde yer alan meydan özellikle şehir halkının boş zamanlarını değerlendirmek için akıllarına gelen ilk seçeneklerden biridir. Meydan da yer alan birbirinden özel heykeller sizi geçmişe götürürken farklı cafe ve restoranlarda rahat bir nefes alıp yorgunluk atabilmeniz için yeterli olacaktır. Ayrıca şehri gezmeye başlamak için mükemmel bir yerdir.

Novosibirsk Opera ve Tiyatro Binası Son derece görkemli ve gösterişli bir görünüme sahip olan Novosibirsk opera ve tiyatro binası şehrin merkezinde yer alır. 21.nci yüzyılın başında inşa edilen yapı halen ülkenin en önemli sanatsal faaliyetlerine ev sahipliği yaparken aynı zamanda farklı kültürel kurumların da bulunduğu dev bir komplekstir. Mimarisi ile dikkatleri çeken bu yapı Novosibirsk şehrine gittiğiniz zaman mutlaka görüp gezmeniz gereken yerlerden biridir.

Bugrinskiy Köprüsü : Ob nehri üzerine bulunan ve Novosibirsk şehrinin mimarı ve anıt sembolü olan bugrinskiy köprüsü şehrin gözkamaştırıcı yapılarının başında gelir. Toplam uzunluğu 2.098 metre olan köprünün inşaatı 2014 yılında tamamlanmıştır.

GORNO-ALTAYSK (ALTAY CUMHURİYETİ)

Gorno-Altaysk veya Dağlık Altay (; Altayca: Туулу Алтай, Tuulu Altay (manası: Dağlı Altay)) Rusya Altay Cumhuriyeti’nde bir yönetim merkezidir. Moskova’nın 3,641 km doğusunda yer almaktadır. Nüfus: 53.538 (2002 sayımı). Gornoaltaysk Altay Cumhuriyeti’nin başkenti’dir.

Bu şehir Altay Dağları eteklerinde yer alan Mayma vadisinde yer almaktadır. Rus Hristiyan misyonerler tarafından yöredeki Türk topluluklarını Hristiyanlaştırmak için merkez olarak bu şehri seçtiler. 1830 yılında Ulala, olarak biliniyordu. Sonraki yıllarda Hristiyan Ruslar buralara göç etmeye ve etnik yapıyı bozmaya başladılar. Altay Türklerini nüfusu azınlığa düşmeye başladı.

1922 yılında kurulan Oyrot Özerk Bölgesinin başkenti Ulala olmuştur. 1928 yılında bu yerleşim gelişmeye başlamış ve daha sonra 1932 yılında şehrin adı Oyrot-Tura olarak değiştirilmiştir. 1948 yılında ise Altay Türklerinin söylediği şekliyle burayı adlandırmaya başladılar. Dağlık Altay Özerk Bölgesi olarak değişmiştir.

Gorno-Altaysk’ta sanayi gelişmeye başlamıştır. Gorno-Altaysk Havalimanı adında hava limanı, tiyatrosu, Gorno-Altaysk Devlet Üniversitesi ve bir yöresel müzesi vardır. Tren istasyonu Biy’e 96 km kadar bir mesafede yer almaktadır.

Eski Türklere ait çok sayıda kurgan yani büyük mezarları Ruslar yağmalayıp zengin olmuşlardır. Altay Türklerinin kültüründe ataların mezarlarından bir şey almak günah olduğu için asırlardan beri bir küçük altın bile eksilmemişti. Türk hanına ait bir höyükte mumya bulunmuş ve günümüzde Dağlı-Altay Milli Müzesi ek binasına konulmuştur.

ABAKAN (HAKASYA CUMHURİYETİ)

Abakan, Rusya Federasyonu’na bağlı özerk bir cumhuriyet olan Hakasya’nın başkentidir. Nüfusu 163,400. Şehir alanı 112,38 kilometrekaredir.

Hakasların iki bin yılı aşan tarihleri onların bir Kırgız grubu olduğunu göstermektedir. Tanrı Dağı Kırgızlarının dünyaca ünlü büyük destanları Manas da bu tarihi olaydan bahsetmektedir. Manas Destanı’nın anlattığına göre Tanrı
Dağı Kırgızları Yenisey bölgesinden bugünkü vatanlarına Manas Han önderliğinde göç etmişlerdir. 9. yüzyıl Çin kaynakları Kırgızlardan Hakas sözcüğünün telaffuzuna yakın olarak “Heges” veya “KieKiaSe” adıyla bahsetmektedir. Sonraki yıllarda Tanrı Dağı Kırgız boylarının Müslümanlaşma ve yaşanılan bölgeler arasındaki mesafenin uzak olması nedeniyle Yenisey Kırgızlarının ayrı bir kimlik benimsemesini ve Hakas adını kabullenmeleri sonucunu doğurmuştur.

KIZIL (TUVA CUMHURİYETİ)

Tuva Güney Sibirya’da özerk bir Türk cumhuriyetidir. Tuva cumhuriyeti, adını, Türk halklarından biri olan Tuvalardan alır. Tıva Cumhuriyeti olarak da Türkiye Türkçesinde kullanımı vardır.
Yüzölçümü 170.500 kilometre karedir. Nüfusu 313.612 kişidir.


Tuva, kuzeybatısında Hakas Özerk Cumhuriyeti, batısında Altay Özerk Cumhuriyeti, güneyinde Moğolistan, doğusunda Buryat Özerk Cumhuriyeti çevrelenmiştir.
Eski devirlerde de Tuva, Toba, Tuba gibi adların Türk dilinin Küçük ünlü uyumundan dolayı halk ağzında Tıva olması gerekmektedir.
Zaten günümüz Tuva Türkleri kendilerine bu ses uyumundan dolayı Tıva derler.
Orijinal şeklinin Toba olduğu düşünülmektedir. Toba, toplum anlamına geldiği sanılır.
Yenisey akarsuyunun eski adının Toba olduğu ve Toba akarsuyu çevresindeki Türk yerleşimcilere Toba dendiği söylentisi bulunmaktadır.
Tuo-ba Türkleri içinde Hun, Dingling, Kırgız, Jujuan, Wuhuan ve doğu Siyanpileri gibi 31 topluluk bulunuyor.

İRKUTSK

Güney Sibirya’da Rus’lar yerleşmeye başladığında bölgenin denetlenmesi için karargah olarak kurulan ve zamanla Rusya, Moğolistan ve Çin ticaret yolunun zenginleşmesiyle Sibirya’nın en önemli merkezi haline gelen bir şehir İrkutsk. Zamanında sürgün şehri olarak ülkedeki suçluların sürüldüğü sürgün bölgesiydi. Ekim devrimi öncesi ünlü bolşevik lider Lenin de buraya sürgüne gönderilenler arasında. Bir çeşit açık hava hapishanesindeyken, ticaret yolunun büyümesi ve daha sonra Trans Sibirya demir yolu hattının geçmesiyle, zenginleşmiş, önemi artmış ve sürgün şehri imajından turistik, mistik bir Sibirya şehri havasına bürünmüştür.

Ticaretin ve turizmin yanında İrkutsk’un gelişiminde rol oynayan etkenlerden biri de özellikle makine üretimi ile gelişen sanayisi ve başta altın olan zengin yer altı madenleridir.

Dünyanın en uzun beşinci nehri olan Yenisey nehrinin ana kollarından biri olan ve Bakyal gölüne dökülen Angara nehrinin yanında kurulmuştur. 580 bin kişi nüfusu ile küçük bir şehir olmasına rağmen oldukça modern bir şehirdir. Angara nehri, genişliği ve üzerinde uçuşan martılarından dolayı Sibirya bozkırlarında bulunan İrkutsk’a sahil şehri havası katıyor. Nehrin şehir merkezinden geçen bölümlerine yapılan yürüyüş yollarındaki ve parklardaki genç yaşlı her çeşit insanın kalabalığı, İrkutsk’un mistik güzelliğine çok büyük bir canlılık kazandırıyor.


İrkutsk’da gezilecek yerler: İrkutsk’ta gezilecek birçok heyecan verici destinasyon bulunuyor. Kentin merkezinde ve çevre bölgelerinde yapılacak en iyi şeyler tarihî anıtlar ve doğal güzellikleri gezmenin yanı sıra eğlence etkinliklerine katılmaktır. 

Şehirde Aralıkçıların hayatına dair izler bulabileceğiniz Volkonsky Müze Evi, Rus sanatına ve hayatına yakından bakmak için İrkutsk Sanat Galerisi, Taltsy Mimari ve Etnografi Müzesi ile Irkutsk Bölgesel Müzesi, tarihî Znamensky Manastırı, dinî yapılardan en gösterişlileri olan Bogoyavlensky Katedrali ve Kazan Kilisesi’nin yanı sıra 3. Aleksandr Anıtı gibi güzel yerler bulunuyor.

BAYKAL GÖLÜ

Baykal Gölü UNESCO Dünya Mirası Alanlarından biridir ve turistler için popüler bir uğrak yeridir. Her yıl, dünyanın dört bir yanından gelen 300.000’den fazla turist burayı ziyaret eder. Coğrafyayla ilgili bir internet sitesinin söylediğine göre “Günümüzde Baykal doğabilimciler için bir cennettir ve harika bir tatil mekanıdır. Muhteşem plajları, harika yürüyüş alanları, kuş gözlemleme imkânı ve tekne turlarıyla Baykal, Asya’daki en çekici tatil merkezlerinden biri haline gelmek için çok uygun bir konumdadır.

Özellikleri ve Ekosistemi: Bazıları Baykal Gölü’nü tekneyle boydan boya gezmeyi biraz ürkütücü buluyor, çünkü göz kamaştıran cam gibi berrak sular sayesinde 50 metre aşağısı görülebiliyor, bu da insana boşluktaymış hissi veriyor. Epischura adı verilen küçük kabuklular topluluğu, gölün filtresi görevini görür ve diğer birçok gölü bulanıklaştıran algler ve bakterileri süzerek dışarı atar. Çürümelerine fırsat vermeden organik atıkları yiyen çok sayıdaki tatlı su ıstakozu türü de onlara yardım eder. Su öylesine temizdir ki, yirmi yıldan az bir zaman önce laboratuvarda incelenmek üzere alınan su örneğini, içine konulduğu cam kirletti!

Ün salmış berraklığının yanı sıra, Baykal Gölü’nün suyu oksijen yönünden alışılmadık biçimde zengindir. Bazı derin göllerde belli bir derinliğe gelindiğinde oksijen tükenir, bu da sudaki yaşamın çoğunlukla nispeten sığ sularda sürmesine neden olur. Fakat Baykal Gölü’ndeki yatay ve dikey akıntılar oksijeni gölün en derinlerine kadar taşıyarak suları tamamen karıştırır. Bu yüzden gölün her yeri hayatla doludur.

Berrak soğuk sularda bir sualtı ormanı büyür. Mercan gibi dallara ayrılan yeşil süngerler bir sürü küçük su yaratığı için korunak sağlar. Sıcağı seven birçok organizma gölün sıcak su kaynaklarının etrafında kümelenir. Gölde yaşayan 2.000’den fazla su canlısının 1.500’ü sadece burada bulunur.

Baykal Gölü omul denilen bir sombalığı türüyle de ünlüdür. Kuzey Kutbuna özgü beyaz etli bu lezzetli balık, balıkçılar için çok değerlidir. Gölde yaşayan diğer canlılar alışılmamış hatta tuhaf yaratıklardır. Bir yassı solucan türü 30 santimetreden fazla bir uzunluğa ulaşır ve balık yer. Kum tanelerinin arasında yaşayan tek hücreli organizmalar bile vardır. Göl aynı zamanda Baykal’a özgü ve belki de oradaki en garip balık olan “golomyanka”yla da dikkat çeker.
Küçük golomyanka yanardöner parlaklığıyla yarı saydamdır. Gölün dibine yakın yerlerde yaşar ve yumurtlayarak değil doğurarak ürer. Vücudunun üçte biri yağdır ve A vitamini yönünden zengindir. 200 ila 450 metre derinlikteki ezici basınca dayanır ama güneş ışığına maruz kaldığında erir ve geriye sadece kemikleri ve yağı kalır. Golomyanka Baykal Gölü’nün belki de en meşhur sakini olan “nerpa” ya da Baykal Foku için çok lezzetli bir yemektir. Bu sadece tatlı suda yaşayan dünyadaki tek foktur.

Dönüş Güzergahı

ULANBATUR (MOĞOLİSTAN)

Gorkhi-Terelj National Park (Gokhi Tereli Ulusal Parkı), ülkenin en popüler doğa alanlarından biri. İş stresi ve kalabalık şehir yaşamından bunalıp, Moğolistan’ın şahane doğası ile buluşmak isteyenler seyahatleri sırasında Gorkhi-Terelj National Park’ı mutlaka ziyaret etmeli. İçinde kamp alanları ve bir Budist tapınağı da bulunan Gorkhi-Terelj National Park, yaban hayatını ve kuş türlerini gözlemek için oldukça ideal bir adres.

Moğolistan, genelde az yağış ve büyük sıcaklık değişimlerine sahiptir. Ülke de sert bir kara iklimi gözükmektedir. Kışın ise ırmak ve göllerin donduğu görülmektedir. Moğolistan gitmek için en iyi zamanlar yaz ve bahar dönemleridir.

Moğolistan, 1.564.600 kilometrelik bir yüzölçümüne sahiptir. Şuan ki Moğolistan tarihte ki dış Moğolistan’dır. İç Moğolistan ise Çin Halk Cumhuriyetindedir. 26 Kasım 1924 tarihinde kurulmuştur. 1990 yılına kadar Sovyetler Birliği’nin bir alt devleti olarak devam etmiştir. Moğolistan Halk Cumhuriyeti, dünya tarihinde kurulan ikinci komünist ülkedir. Gorbaçov Perestroykası  ile 1990 yılından sonra çok partili döneme geçmiştir. İsminde bulunan Halk Cumhuriyeti kelimelerini kaldırmıştır.

Moğolistan da geleneksel yaşam şekli günümüzde de devam etmektedir. İnsanlar kanvas çadırlarda yaşarlar ve ulaşım olarak deve kullanılmaktadır.  Moğolistan da ünlü Gobi Çölü ve Bayan- Ölgi Dağı bulunmaktadır.

Moğolistan’ın topraklarında sert karasal iklim görünür. Yaz ve kış mevsimleri arasında ki sıcaklık farkı oldukça fazladır. Ülke de çok az yağış olmaktadır. Kış aylarında göl ve nehirler donar. Yaz aylarında ise kum fırtınaları görülür. İklimin dolayı da bitki örtüsünde geniş çayır alanlar ve stepler fazladır. Kuzey bölgelerinde ise kozalaklı ağaçlar çok fazladır. Ülke de en çok bulunan ağaç çeşidi ise Sibirya ağacıdır.  Yaygın olarak görülen hayvanlar arasında ayı, geyik, yaban domuzu, kurt ve vaşak vardır.
Ulan Batur şehri Sibirya iklimi ve yüksek rakımından dolayı dünyadaki ülkelerarasında ki en soğuk başkenttir ve ortalama sıcaklık -1 dereceleri görmektedir.

Moğolistan ortalama olarak 1600 metre rakımı ile dünyada ki en yüksek ülkedir.
Moğolistan da insan sayısını neredeyse 13 katı kadar at ve 35 katı kadar 35 koyun vardır.
Moğolistan, iki hörgüçlü devenin ve leoparın ana vatanıdır.
Dünya’nın en büyük çölü olan Gobi Çölü Moğolistan topraklarında bulunmaktadır.
Moğolistan da bulunan Takhi adında ki yabani atlar vardır. Anlamı ise ruhtur ve dünya da kalmış son vahşi at topluluklarıdır.
Moğolistan’ın geleneklerinde yer alan ulusal içecek olarak kabul edilen Airag ismi verilen fermente edilmiş kısrak sütüdür.

ALMATI(KAZAKİSTAN)

Elma’nın anavatanı olarak bilinen Almaata’nın ismi, şehirde bulunan binlerce çeşit elma ağacından geliyor. Zaten yeşil alanlarının fazlalığı ve son derece düzgün planlanmış imarı ile kalemle çizilmiş hissi uyandıran geniş sokakları şehirde ilk dikkatinizi çeken detaylar olacak. Öyle ki elinize alacağınız bir şehir haritası ile gideceğiniz oteli, evi ya da restoranı kolaylıkla bulabilirsiniz.

Orta Asya’nın en modern şehri olarak ünlenen Almaata, sokaklarındaki son derece lüks araçlar, restoranlar, mağazalar, iş kuleleri ile tahminlerinizin ötesinde bir şehir olarak karşınıza çıkacak. Şehirde benzin ve otomobil fiyatları bize göre çok düşük olduğundan yaşayanların çoğu lüks araba kullanıyor.

Kırgızistan’a sınır komşusu konumunda ve Çin’e çok yakın olan Almaata, Kazakistan’ın en büyük şehri ve eski başkenti! 1997 yılından sonra başkent unvanını Astana’ya kaptırmış olsa da halen ülkenin kültürel, finansal ve ekonomik merkezi olarak kabul ediliyor. Kazakistan’ın güney doğusunda yer alıyor. Bu sebeple ülkenin geneline göre hava sıcaklıkları biraz daha yumuşak geçiyor.

CHARYN KANYONU

Almatı’nın 193 kilometre doğusunda, Karbonifer döneminin katmanlarında, Kuluktav Dağını oluşturan Charyn Nehri akar. Charyn Kanyonu, Arizona’daki (ABD) Büyük Kanyona benziyor, ancak aslında kendine has benzersiz bir görünüme sahip. Genellikle renkli olan bu alanda birçok farklı arazi bulunur. Kanyonun dik yamaçları, sütunları ve geçitleri 300 metre yüksekliğindedir.

KARAKOL (KIRGIZİSTAN)

k

Karakol Vadisi.. Kırgızstan’ın en önemli ve büyük vadilerinden biri. Burada sağlı sollu çok sayıda akarsu, orman ve yüksek yerlerde buzul ve buzul gölleri vardır. Yazları Kırgız çadırlarından kalabilir, kımız içebilir, at sürüşü yapabilirsiniz.. Güzel bir nehir ile fantastik bir vadi. Tabiatın vahşiliğini hissetmek için harika bir yer.

BİŞKEK

Bir Orta Asya şehrinden ziyade Avrupa kentlerini aratmayacak güzellikte turistik bir şehir olan Bişkek muhteşem şehir planlaması, geniş bulvarları ve şehri boydan boya kaplayan parkı ile keyifli bir gezi vaat ediyor. Sovyet tarihini merak edenler içinde oldukça yerinde bir gezi noktası olan Bişkek, SSCB’den kalma heykelleri, neredeyse %30’unu oluşturan Rus nüfusu ve bol bol Rusça konuşulmasıyla kendinizi Rusyada hissedeceğiniz bir şehir. Kırgızistan’ın başkenti şehir 1878 yılında kurulmuş ve 1926 yılında Kırgızistan’ın Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti olmuştur.

TAŞKENT (ÖZBEKİSTAN)

Orta Asya’nın en kalabalık şehri olan Taşkent sahip olduğu köklü tarihi, otantik yapısı, kültürel eserleri ve doğal güzellikleriyle her daim ilgi çekmeyi başaran bir yer.İpek Yolu’nun üzerinde konumlanan bu şehirde gezip görecek çok fazla şey bulunuyor. Devasa medreselericamileri ve müzeleriyle mutlaka görülmesi gereken yerlerin başında gelen Taşkent’te Sovyet Rusya’nın izlerini görebilmek mümkün.Ülke genelinde hem Rusça hem de Özbekçenin konuşuluyor olması Rus etkisinin devam ettiğinin bir göstergesi.

Orta Asya’nın nüfus bakımından en büyük kenti olan Taşkent , eski Sovyet Cumhuriyetleri içinde de Moskova , St. Petersburg ve Kiev’den sonra dördüncü büyük kenttir.
1966 yılında yaşanan yıkıcı depremin ardından kent büyük ölçüde yeniden inşaa edilmiştir.
1999 yılı rakamlarında göre şehrin nufusu 2,241,000 dir.
Geniş yolları, yeşil alanları, park – bahçeleri, düzenli yerleşimi, düzenli ve sağlam altyapısı ile kent Orta Asya şehir planlamacılığının en önemli örneklerinden biridir.

SEMERKAND

Özbekistan Cumhuriyeti‘nin üç büyük şehrinden biridir. Nufusu 362.300’dir (1999). Bu tarihi şehir 2700 yıllık geçmişe sahiptir. Özbekistan’da Semerkand idari biriminin merkezi olan şehir. Nüfusu 600.000 civarındadır. Orta Asya’nın en eski şehirlerinden biridir. M.Ö. 4. asırda Sogdiane’nin başşehriydi ve Marahanda ismiyle anılıyordu. Tarihinin ilk dönemlerinden itibaren değişik medeniyetlerin hakimiyetinde kaldı. Sırasıyla Büyük İskender, Orta Asya Türkleri, Araplar, İran Samanileri ve çeşitli Türk boylarının idaresi altında bulundu. 1220’de Harezmşah idaresi altındayken Moğol Hükümdarı Cengiz Han tarafından yıkıldı. Moğol istilasına karşı verilen mücadelelerin ardından 1365’te Timur Hanın kurduğu imparatorluğun başşehri oldu. Bibi Hanım Camii ve külliyesi gibi pekçok kıymetli eser yaptıran Timur Han şehri Orta Asya’nın en mühim ekonomik ve kültürel merkezi haline getirdi. 1500’de Özbekler tarafından fethedilen ve Buhara Hanlığına bağlanan şehir 18. asra doğru kıymetini kaybetmeye başladı. 1887’de Rus Çarlığına bağlı bir il merkezi oldu. Rus Çarlığı döneminde bir demiryolu kavşağı durumuna geldi. 1924’ten 1930’a kadar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin başşehriydi. 1930’da Semerkand idari biriminin merkezi oldu.

BUHARA

Tarih boyunca yetiştirdiği ilim ve fikir adamları, sanatçı ve alimleriyle bilinen, onların ardında bıraktığı eserlerle dünyada Türk-İslam mimarisinin zirveye ulaştığı şehirlerden Buhara, ziyaretçilerini maneviyatıyla da kuşatıyor.
Zerefşan Nehri havzasında büyük bir vahada yer alan Buhara, köklü tarihinin yanı sıra sahip olduğu manevi atmosferle de ziyaretçilerini büyülüyor. Geçmişin izlerini taşıyan şehrin sokaklarında yürürken, her köşe başında İslam tarihi ve kültürüne ait kıymetli bir esere rastlamak mümkün.

Özbekistan’ın diğer birçok şehri gibi Buhara da bir dönemin Türk-İslam mimarisinin en güzel örneklerinin görülebileceği ihtişamlı camilere, yüksek minarelere, mavinin farklı tonlarının kullanıldığı kervansaraylara ve çinilerle kaplı medreselere sahip. Şehirde, asırlardır din adamlarını yetiştiren bazı medreseler ise günümüzde de bu görevini icra etmeye devam ediyor.

ASTRAHAN (RUSYA)

Astrahan şehri Rusya Federasyonu’nun güneybatısında yer alan şirin bir liman kentidir. Volga nehrinin Hazar Deniz’e döküldüğü yerde 11 adacık üzerine kurulmuştur. Astrahan Rusya’nın önemli bir balıkçılık limanıdır. Şehrin nüfusu 800 bindir. 160 milletten 13 farklı dinden insanı barındıran kozmopolit bir kenttir. Köprüler ve su kanalları bakımından oldukça zengindir. Modern binaları, antik güzelliği ile Rusya’nın en büyük eğitim ve kültür odağıdır. Nüfusun %69 unu Ruslar oluştururken, %15 i Kazaklardan %10 u ise Tatarlardan oluşmaktadır.
Astrahan köprülerle birbirine bağlı onlarca ada üzerine kurulmuş şirin bir kenttir. Üzerinde yaklaşık 40 tane köprü vardır. Şehir sakinleri bu köprülere aşıklar köprüsü adını vermiştir. Gençler köprü üzerine adlarını ve kalplerini ifade eden resimlerin bulunduğu kilitleri asarak duygularını dile getirir. Astrahan en ilginç yerlerinden birisi dar üçgen şeklinde taş kale olan Astrahan Kremlinidir. Korkunç İvan tarafından 1558 yılında yapılmıştır.

MAHAÇKALE (DAĞISTAN BAŞKENTİ)

Mahaçkale veya Mahaçkala, Dağıstan’ın başkenti. Eski adı Anji-kala, Kumukca’da İnci-kale anlamına gelmektedir. Sovyetlerin dağılması aşamasında şehre Şeyh Şamil’in hatırasına Şamilkale ismi verilmiştir. Mahaçkale yaklaşık 520.000 nüfusa sahip bir kenttir. Yüzölçümü 8.600 kilometrekaredir.

BAKÜ (AZERBAYCAN)

Hazar Denizi’nin batı kıyısına kurulu Bakü gezilecek yerler bakımından pek çok tarihi yapıyı barındırıyor. Arap, Osmanlı ve Rus egemenliğinde geçirdiği yıllar ve Zerdüştler’in bölgeye verdikleri önem, kentin kültürel miras anlamında zenginleşmesinin en büyük nedeni olarak gösteriliyor. Ayrıca petrol zengini Bakü’de bağımsızlığın ardından yapılmış, çağdaş mimari unsurlara sahip çok sayıda gezilecek ve eğlenilecek yer bulunuyor.

Yerel halk tarafından “Köhne Şehir” olarak adlandırılan İçeri Şehiry apıyı barındırdığı için gezginlerin Bakü gezilecek yerler listelerinde mutlaka yer verdikleri bir bölge.

Paleolitik dönemden itibaren yerleşim yeri olarak kullanılan bölge, 2000 yılında  (Icheri Sherer), pek çok tarihi UNESCO Dünya Tarih Mirasları Listesi’ne girmesinin ardından 2003 yılında tehlike altındaki dünya miraslarından biri olarak kabul edilmiş. Eski Kent’in Arnavut kaldırımlı sokaklarında ellinin üzerinde tarihi yapı bulunuyor.

TİFLİS (GÜRCİSTAN)

Kentin ismi Gürcüce sıcak yer anlamına gelen Tbili’den geliyor. Efsaneye göre M.Ö 5. yüzyılda Kral Vahtang Gorgasal bir ava çıkmış ve aralıksız uçan bir sülünün peşine atmacasını salmış. Kısa bir süre soran sülün de atmaca da gözden kaybolunca onları aramaya çıkmışlar. İkisini de sıcak bir suyun içinde ölü olarak bulmuşlar. Kral bundan çok etkilenmiş ve kaplıca etrafındaki bütün ağaçları kestirerek burada bir şehir kurulmasını emretmiş. Böylelikle Tiflis’in temelleri atılmış.

Karavan ile ilk gezi

Nihayet karavanımıza kavuştuk. Çekme karavan ama araziye dayanıklı imalat. Klasik adıyla offroad… Dağ-dere-tepe için ideal. Uzun gezilere çıkmadan önce bir yakın çevre yapalım, alışalım, eksiklerimizi görelim istedik. bu amaca uygun en yakın ve ideal yer Delmece ve Karlık yaylaları. İki gün Delmece, bir gün Karlık’da konaklarız planı yaptık.

Bu arada, sohbet esnası bahsi geçince Özkan ve Ayşe Mutlucan çifti de katılmak istedi. Onlar da araç üstü çadır aldılar ve ilk kez deneyim yaşayacaklar…

13 Nisan perşembe çıktık yola. Yeni Gürle kavşağında Özkan ile buluştuk ve Yeni Gürle kasabından mangallık nevale alışını tamamladık. Gemlik, Büyük Küçük kumla, Narlı sahil yolunu Narlı’da terk ederek Hayriye istikametine tırmanışa geçtik. Selimiye sonrası, Onna Tunç’un uçağının düştüğü alanda kısa bir mola verdik. Alan, Sezen Aksu tarafından düzenlenmiş, bir nevi anıtlandırılmış. Ama bakımsız ve perişan halde… Devamla, kısa süre sonra Delmece yaylasındayız. Ormanlar ile çevrili çayırlık bir alan. Suyu bol. Hayvan beslemek için ideal olmakla birlikte, hayvan besleyen kalmamış. Yayla evleri, çevre illerin varsıllarının yazlığına dönüşmek üzere.

İki gece buradayız. Yayla sakin, kimsecikler yok. Bunda ramazanın da etkisi var. Araçlar ve karavanı yerleştirme sonrası kamp pozisyonu aldık ve kamp ateşimizi yaktık. Yeme, içme, sohbet ve uyku.

3

Cuma sabahındayız. Bu gün Erikli Şelaleye yürüyeceğiz. Yaklaşık 14 km. Kahvaltı sonrası yola revan olduk. Yayla evlerini kuzeybatı istikametinde terk ederek ormana daldık. Bu bölgede defalarca Yudosk’u yürütmüştüm. Orman yollarının doğallığı kalmamış. RES’ler yüzünden uçak pisti genişliğinde traşlanmış. Yolumuz üzeri birkaç dev RES dibinden geçtik. Temiz enerji olması harika ama yer seçimi boş alanlar olması gerekirken, orman içlerine girilmesi hoş değil. Kesilen ağaçlar yanı sıra orman hayvanlarına zarar vermesi/rahatsız etmesi söz konusu.

13

Orman derinliklerine daldık. Ara sıra patika takip etsek de genellikle direk orman… İniş – çıkış, dere geçiş, minik şelaleler seyri eşliğinde Yayla yoluna ulaştık. Erikli şelaleye 2 km kaldı ama dik bir iniş bizi bekliyor.

Meşakkatli bir iniş sonrası iki dere kavşağına geliyoruz. Büyük suyu geçmek mümkün değil. Küçük dereyi aşarak, şelaleye zıt yürüyoruz. Bir geçit bulduktan sonra karşı kıyıya geçecek ve şelale istikametine yürüyeceğiz. Çok geçmeden asma köprüye ulaşıyoruz.şelaleye ulaşıyoruz.

7

Köprü, araçla gelenlerin park yerinden şelaleye yürüme yolu üzerine yapılmış. Yolumuz uzamamış oluyor ve kısa sürede şelaleye ulaşıyoruz. Şelale iki aşamalı dökülüyor. Birinci aşama yayvan, ikinci aşama ise daha dar ama daha yüksekten dökülüyor. Bu nedenle “Çifte Şelaleler” olarak hitap edenler de var. Ben Erikli orijinal adını tercih ediyorum.
Şelaleler ve kendimiz fotoğraflandıktan sonra, meyvelerimizi atıştırıyor ve tekrar dönüş yoluna revan oluyoruz. Patika, asma köprü ve iki kilometrelik dik çıkış sonrası tekrar yayla yoluna çıkıyoruz. Dönüşte ormana dalmak yerine yoldan devam etmeyi tercih ediyoruz. Ekip yorgun ve kısa sürede ana kampa ulaşmak istiyorlar. Yorgunlukları tempo düşürdüğü ve yoldan gelecekleri için rehberlik gerekmediği düşüncesi ile izin istiyor ve ekipten kopuyorum. Ben kampa ulaştıktan yarım saat sonra ekip geliyor…
Kamp ateşi, yemek – içmek ve sohbet klasik gecesi ardından uykuya çekiliyoruz.

11

Cumartesi sabahı geç kahvaltı yapıyoruz. Önceki yorgunluklarımızı atıyoruz. Bu arada Yudosk ekibi geliyor. Kısa bir muhabbet ardından onları uğurluyoruz. Bu gün kıran yaylaya yola çıkacağız. Toparlanıp yola revan oluyoruz. Ancak, büyük ve küçük dipsiz gölleri hiç görmedikleri için Özkan ve eşi görme talebinde bulunuyorlar. Benim aracı kıran yayla yol kavşağına park ederek, Özkan’ın araç ile büyük dipsiz göle gidiyoruz. Göl tamamen kamışla kaplanmış ve bir görsellik sergilemiyor. Küçük dipsiz göle gidiyoruz. Büyükten farklı olarak fevkalade bir görsellik sergiliyor. Göl çevresini yürüdükten sonra dönüşe geçiyoruz. Bizim aracı alarak peş peşe kıran yayla yoluna düşüyoruz. Yaylaya geldiğimizde tam bir hayal kırıklığı. Yayla evleri yok. Güzel bir göl var ama çevresinde konaklama için uygun alan bulamadık. Kısa bir durum değerlendirmesi sonrası Esenköy’e inmeye karar verdik.

15

Çok zevkli bir orman yolundan süzülerek indik ve daha inerken gözümüze bir konaklama alanı kestirdik. Çamlar arasında kartal yuvası gibi, ful deniz manzaralı …

16

Gün batımı eşliğinde akşam yemeği / sohbeti, kaliteli bir uyku ve sabah… Yeni bir gün ama dönüş vakti… Üç gün boyunca güneşli, limon tadında hava yaşadık.
Kahvaltı öncesi, denize nazır sırtlarda kısa bir yürüyüş, kahvaltı ve dönüş…. Maalesef yine bitti…

Buraya kadar okumuşsanız e bir de yorum yazarsınız di mi?…

Plakasız Araçla 18 Günde Devri Ülkeler

İmla ve noktalama hatalarımı bağışlayınız. Edebiyatçı değilim. Önemli olan hikayemiz. :)))

1976 yılında yaşanan, belki de rekor olan bir yaşantının hikayesidir. Üç buçuk yıllık Almanya yaşantımın verdiği tecrübe ile, Almanya’dan üç yaşında araç alıyor, işçi permisi ile millileştiriyor ve satıyordum. Hacettepe Üniversitesi dönemini arabası olan ve mali sıkıntısı olmayan öğrenci olarak sürdürüyordum.

Üç yaşından büyük araçların ülkeye girmesi, ithali yasak. İthalat hakkı ise, belli bir süreyi aşkın Almanya’da çalışan işçilerimize ait. Permi olarak adlandırdığımız bu bireysel ithalat hakkını vekaleten kullanabiliyoruz. Satın alma işlemi, gümrük işlemleri ve satış tamamen permi sahibi adına vekaleten yapılıyor. Okuldan kalan boş zamanlarımda, bu tarzda araba getiriyor ve satıyordum. 1976 yazına kadar bu böyle sorunsuz devam etti. Son seferim işte bu hikayenin konusu…

Almanya’nın Paderborn kentinde makine mühendisliği okuyan arkadaşım aracılığı ile 1973 model Opel Rekord araba aldık. Harun Kurt adında bir işçimizin permisi ile vekaleten. Bu seferin son olacağını düşündüğüm için geze geze dönmeyi düşünüyorum. Almanya’da yaşadığım sürece ev arkadaşım olan Osman Apaydın’ı ayarttım ve birlikte gezinti ile döneceğiz. Program Avusturya üzerinden İtalya ve Yugoslavya Adriyatik kıyılarını takiben Bulgaristan üzerinden Türkiye. Bu dönüş de oldukça zevkli ve serüvenli geçti ama başka bir hikayenin konusu.

Osman ile çıktık yola. Salzburg gümrüğünde çıkış işlemlerimizi yaptık. Araba Almanya açısından ihraç edildi. Mevcut plakalarımızı terk edip, elips şeklinde gümrük plakalarımızı taktık ve yola revan olduk. Kapıkule gümrüğünde ise, mevcut Alman gümrük plakasını terk edip Türkiye gümrük plakasını araç camlarına yerleştirdik. GMR kodlu, yeşil renkli, kağıt gümrük plakamız, aracı gümrükleyeceğimiz şehre kadar gidiş amaçlı ve işlevi bitiyor. Ben Ankara’da gümrükleyeceğim için Ankara gümrük sundurmasına arabayı teslim ettim.

Gümrük işlemleri yaparken, bu arabanın ithal edilemeyeceğini söylediler. Türkiye gümrük makamları aracın belgesine değil, şase numarasından imal yılına bakıyormuş. Evraklar 1973 ama imalat 1972 görülüyormuş. Bilmediğim bir şeyi çok ağır bir şekilde öğrendim. Tabi büyük şok!…

Hiç beceremediğim ve yapmak istemediğim halde rüşvet vererek çözüm aramak, bol göz yaşlı, sümüklü ağlamak velhasıl hiç bir şey kar etmedi. Ya gümrüğe terk edip unutacağım ya da Almanya’ya geri götüreceğim. Terk etmek, öğrencilik yıllarımın sermayesini kediye yüklemek ile eş anlamlı. Geri götürmek ise bir umut…

Gümrükten arabayı aldım. İlk durak İstanbul. Üniversiteden ev arkadaşım Hüseyin Şahin’in ağabeyi toplum polisi. Hüseyin de İstanbul’da ağabeyinin yanında. Mevsim yaz ve okullar kapalı. Geceyi Hüseyin ile ağabeyin evinde geçirdik. Kapıkule’ye kadar Hüseyin de benimle gelecek. Sabah birlikte yola koyulduk. Kapıkule’ye kadar araç plakası olmaksızın bir seyahat ama sorun çıkmadı. En son edindiğimiz kağıt gümrük plakasının geçerliliği bitti ve hatta Ankara gümrüğünde kaldı. Amacımız, Kapıkule’de çöpe attığımız Alman gümrük plakasını bulup, onunla yola devam etmek. Ne mümkün!.. O yıllarda bireysel araç ithalatı çok yoğundu. Gümrük çöplüğüne atılan plakalar bir dağ olmuş. Hüseyin ile giriştik aramaya. Bir iki derken dört beş saat bulabilene aşk olsun!… Yaz sıcağı, güneş tepemizde biz bir umut arıyoruz…

Bu arada bizi izleyen bir tır şoförü yanaştı yanımıza.
– Siz ne yapıyorsunuz hemşerim?
Bir çırpıda başımdan geçenleri özetledim.
– Plakamızı arıyorum.
– Bu dağ gibi plaka yığınını şuradan şuraya aktarsanız, siz ikiniz bir ay çalışırsınız. Değer mi? Plaka dediğin bir teneke. Yaz tenekeye git.
– İyi de, polis ne der?
– Gel soralım.
Polise gittik. Tır şoförümüz durumu kısaca özetledi.
– Yormayın çocukları bırakın gitsinler.
– Benden bir şey yok. Gidebilir.
Polisten izinle tampon bölgeyi yürüyor ve Bulgar polisine varıyoruz.
– Komşu
Diye başlıyor şoförümüz. Durumu izah ediyor ve izin koparıyor. Tenekeye yazıp gideceğiz. Şoförümüze teşekkür ediyor ve Edirne’ye dönüyoruz. Tenekeye plaka yazıp hızla yurt dışı çıkmalıyım. Korkuyorum. Ya vardiya değişirse, sözlü izin verenler giderse!…

Yaz sıcak ve bir de Ramazan ayı. Akşam üzeri olmuş. İnsanlar iftar için dükkanlarını erken kapatıyorlar. Bula bula yaz ortası bir sobacı bulduk, tam gitmek üzereyken. Yalvar yakar plaka büyüklüğünde iki teneke kestirdik. Ancak, üstüne yazacak boya yok. Depo karıştırıldı ve kırmızı bir boya bulundu. Aldırmadık. Yazdık…
Hüseyin ile vedalaşıp derhal Kapıkule. İzin veren polisi bulup çıkış işlemimi yaptım. Bulgar polisi de sağ olsun sorun çıkartmadan onayladı. Ben de bir sevinç sormayın…
Bulgaristan’a girdiğimde hava kararmıştı. Yollar bu gün olduğu gibi otoyol değil. Dar, bozuk ve virajlı. Gece geçti ve sabah erken Yugoslavya’ya girdim. Çıkış ve girişte sorun yaşamadım. Sevincim katlandı. Gece yol almama ve uykusuzluğuma rağmen devam ediyorum. Bir an önce bitsin istiyorum.
Akşama Belgrad’a gelebildim. Dediğim gibi yollar bu günkü gibi değil. Yorgunluk hat safhada. artık Belgrad’da yatacağım. Uluslararası öğrenci kimliği ile youth hostel (jugentherberge) da kalıyorum. Önceki seferlerimde de burada kalmıştım ve memnundum. O zaman için gecesi bir Mark idi. Şehre daldığımda yağmur başlamıştı. Kırmızı ışıkta beklerken bir polis yanaştı. Lisan olarak anlaşamadık. İşaretle takip etmemi istedi. Karakola geldik. Lisan sıkıntımız var. Almanca bilen bir memur bulamayınca, işaret dili ile sabaha kadar beklemem gerektiği anlaşıldı. Neyse ki nezarete atmadılar. Geceyi uykusuz geçirmişim ve iki günden beri yol yorgunuyum, bu gece de sandalye tepesinde geçecek…

Sabah nihayet bir Almanca bilen polis geldi. İlk soruları “plakasız nereye” oldu. Başımdan geçenleri anlatsam da kar etmedi. Geri dönecek, ülkene gideceksin dediler. Dedim ki;
– Bulgar sınırı yaklaşık 450 kilometre Avusturya sınırı da hemen hemen aynı ve hatta daha yakın. Ülkeniz içinde aynı kilometreyi ne tarafa gittiğimin ne önemi var? Sonuçta ülkenizi terk edeceğim, bırakın yoluma gideyim.
Kabul ettirdim ve üst üste katlanan yorgunluğa rağmen yola koyuldum. Gerçi, geri dönüyorum desem ama yoluma devam etsem nasıl kontrol edeceklerdi…

Avusturya, Yugoslavya arasındaki Maribor sınır kapısına gelmem gece yarısını buldu. 400-450 kilometre yol bitmek bilmedi. O zamanın yolları hıza izin vermediği gibi daha çok dikkat gerektiriyor. Yol bozuklukları, darlık, virajlar daha bir yoruyor. Yugoslavya polisi çıkışımı onayladı ama Avusturya almıyor. Plaka sorun ediliyor. Yağmur sonrası teneke paslanmış ve kırmızı boyamız akıntı yapmış. Çok komik bir görüntü var. Ne yapsam Avusturya polisini ikna edemedim. Neyse ki, Avusturya’da lisan sorunum yok.
Avusturya almayınca, Yugoslavya geri dönüşümü kabul etmek zorunda kaldı. Aksi durumda tampon bölgede kalmam gerekecekti ki, bu mümkün değil.

Üzgün, yorgun, bitkin ve ne yapacağını bilmez haldeyim… Saat olmuş gece yarısı… Haritayı önüme açıyorum. Yugoslavya – Avusturya arasında 7 adet sınır kapısı belirliyorum. İnsburg yakınlarına kadar bu kapıların hepsini denemeye karar veriyorum. Bu arada İtalya’ya yaklaşmış olacağım. Olmadı İtalya’yı da denerim. Bütün kapılarda aynı durumla karşı karşıyayım. Yugoslavya çıkış, Avusturya’ya giremeyiş. Mecburen Yugoslavya’ya dönüş. Berbat ve çok virajlı yollardan Alplere tırmanış iniş dereken günler geçiyor. Kısa uyuklamalarla idare ediyorum ama artık maymuna dönmeye başlamıştım. Saç sakal karışmış, duş dersen hiç yok. Kendime gelmiyor ama muhtemelen kokuyorum. Bu arada çok kötü beslenme bisküvi, su, kola… Bir de sigara…
İtalya kapısına geldim. Yugoslavya çıkış tamam. İtalyan memurlar ikiye bölünüyor. Bir gurup alalım derken, diğerleri itiraz ediyor. Bir saate yakın tartışma sonrası yine kovuluyorum. Ana yola ters düştüğü için denemediğim bir kapı kalmıştı, Alpler de… Uzun bir tırmanış sonrası oradan da kovuluyorum. Günler geceleri kovalıyor, yorgunluk anlatılır gibi değil. Kaza yapmaktan korkuyorum. Yaz ama Alpler gece soğuk. Soğuktan uyunmuyor. Motoru çalışır tutmak mümkün değil. O zamanın araçları ısıyı egzost borularından aldığı için zehirleme yapabiliyor. Ayrıca, Marklarım da azalıyor…
Hava karardı. Uyuyamadığım için aşağılara iniş yapıyorum. Sıcağa erişince uyurum diye. Birden ışıl ışıl bir dağ oteli görüyorum. Görüntü çok lüks. Ama ne pahasına olursa olsun duş alıp yatmaya karar veriyorum.

Kocaman otopark bomboş. Belli ki otel tenha. Park aydınlatmasının altına park ediyorum. Otele yürürken içimde bir his. Arabanın başında birileri var gibi geliyor. Dönüp bakıyorum kimse yok. Hissin esareti ile hızla yürürken aniden dönüyorum arabanın başında iki kişi. Arabaya koşuyorum.
– Abi kurban olayım, Türk müsün?
İki genç. İkisi de o loş ışıkta bile berbat görünüyor. Ben onların yanında iyi ve bakımlı kalıyorum. Ali ve arkadaşı askerlikten arkadaşlar. Ali’nin ağabeyi Avusturya’da işçi. İki kafadar askerlik bitince, iş umuduyla Avusturya’ya gitmek üzere otobüse biniyorlar. Anca, Avusturya yetkilileri bunları ülkelerine kabul etmiyor. Otobüsten indiriyorlar. Dağ başında kalıyorlar. Bir yardım alıp sınırı geçeriz umuduyla günlerce ormanda saklanıyor; ot ile, derenin suyu ile idare ediyorlar. Oteli keşfedince çevresinde saklanıyorlar. Gelen giden arabaları gözleyip, bir Türkçe gazete, dergi, yazı arıyorlar ki, konuşup yardım talep etsinler. Yakalanıp sürülmemek için inatla saklanıyorlar. Ayaküstü hikayelerini dinledim.
– Perişansınız… Ben de öyle. Gelin bu otelde duş alıp karnımızı doyuralım. Uyuyalım. Yeniden insan olalım. Sabah ağabeyine telefon ederiz, gelip sizi buradan alsın, ne yapacağına o karar versin.
Resepsiyonun bize bakışını unutmak mümkün değil. İki oda alıyoruz.
– Duş alın, tıraş olun, restoranda bekliyorum.
Diye ayrılıyorum. Aynı işlemi ben de yapacağım. Restoranda buluşuyoruz. Ali, Ankara Şereflikoçhisar ilçesindenmiş. Liseyi orada bitirdiğim ve anılarım olduğu için ilgi duyuyorum. Arkadaşı Konya’lı… Yemek yeme telaşları gözüm önünden gitmiyor. Kıtlıktan çıkma tabirini fiilen yaşıyorum.
Ağabeylerini sabah aramamız gerekiyor çünkü, ağabey fabrika işçisi. Mesai saatinde fabrikadan aramak zorundayız. Başka telefon yok. O yıllarda otomatik çevirme de yok. Santrale yazdırıyoruz ve doluluğa göre bir çok saat sürebiliyor.
Odama geçtim. Temizlenmiş, karnımı doyurmuşum ama çok yorgunum. Kendimi yatağa atıyorum. Yorgunluğa rağmen uyumak ne mümkün. Ne olacağım?.. Türkiye’ye dönmek zorunda kalmak beni çıldırtıyor. Bu arada, geçmeye zorladığım kapıları düşünürken bir fikir geldi. İtalya hariç yedi kapı denemişim. O kapılarda olduğum saatlerin sekiz saat ilerilerinde aynı kapıları deneyebilirim. Mesai saatleri sekiz saat olunca yedi kapıyı on dört defa değişik vardiyalarda zorlayabilirim. Bu fikir çok hoşuma gitti. Bir ay da sürse on dört kez denemeden dönmeyeceğim. Bu fikir uykuya dalmamı kolaylaştırdı. Yeni bir umut ve derin bir uyku…

Kahvaltı sonrası resepsiyona telefon yazdırıyoruz. Ali ağabeyi ile görüşecek. Ama önce ben görüşmeliyim. Fabrika ile Almanca konuşmak gerekiyor. Ağabeyi telefona almak o kadar kolay olmayacak. Lobide sohbet ederek bekliyoruz. Resepsiyon sesleniyor;
– Telefonunuz birinci kulübede hazır.
Ağabeyi telefona almak için “ölüm kalım” edebiyatı yapıyorum. Zor da olsa telefona alıyorum. Durumu özetleyip otelin adres ve telefonunu veriyorum.
– Sen gelene kadar kardeşin ve arkadaşı bu otelde konaklayacaklar. Gelir, hesaplarını öder alırsın. Avusturya’ya sokabilirmisin, Türkiye’ye mi gönderirsin bilemem, size kalmış.
Diyor ve telefonu kardeşine veriyorum. Kulübeden çıktığımda Konyalı el çantamı uzatıyor.
– Abi çantanı unutmuşsun.
Garip geliyor. Unutulmuşluk yok. İki adım ilerde sehpada. Resepsiyonu tembihliyorum. Durumu anlatıyorum. “Ağabeyleri gelecek ve hesabınızı ödeyecek” diyorum.
Bizimkilerle vedalaşıp tekrar yalnızlığıma, yoluma koyuluyorum. Değişmiş vardiyalarda aynı kapıları zorluyorum. Gündüz gece devam. Bu arada yakıt alırken bir bakıyorum çantamdan 200 Mark alınmış. Konyalının çantamı getirmesi ve tedirginliği aklıma geliyor. Dönsem, o paranın bir kısmını tekrar yakıta harcayacağım. Ayrıca, onları otelde bulamama riski de var. Vazgeçiyor, lanet okuyorum. Yorgunluk ve uykusuzluk tekrar basmaya başlıyor. Sabahın ilk ışıkları ile daha önce denediğim çok tenha bir kapıya geliyorum. Toprak bozuk bir yol. Alplerin tepesinde sözde bir tünel. Gerçekte mağara. Bu tarafda bir kulübe Yugoslavya, mağaranın diğer tarafı bir kulübe ve Avusturya. Yugoslavya çıkış damgasını alıp mağaraya dalıyorum. Avusturya kulübesinde bir memur, ayakları masada uyuyor. Sabahın sessizliğini benim arabanın motor sesi bozuyor ve memur uyanıyor. İri yapılı, uykudan mahmur memur nazik bir şekilde pasaportumu istiyor. Eğilip plakama bakıyor. Paslı boyaları akmış bir teneke. Sonra aramızda sohbet başlıyor;
– Nereye gidiyorsun?
– Almanya
– Ne iş yapıyorsun?
– Öğrenciyim.
Alaylı bir ses tonuyla,
– Siz de öğrenciden diplomat oluyor mu?
Plakamı kırmızı yazılı görünce alay ediyor. Ben de izin veriyorum.
– Biz de diplomatlık babadan kalıyor. Bebekken, öğrenciyken hep diplomatız.
– Ben gümrük memuruyum. Senin plaka polisi ilgilendirir.
Galiz bir küfür sallıyor
– Gece gelmedi beni yalnız bıraktı, hemen gazla. Almanya’ya kadar durma,
diyor. Ben hemen fırlıyorum. Birden hafifliyorum. Ne yorgunluk kalıyor ne de uykusuzluk. Günlerin çilesi birden yerini mutluluğa bırakıyor.

Hiç konaklamadan Salzburg kapısına geliyorum. Avusturya, ülkeyi terk ettiğim için çıkışımı veriyor. Ama Almanya almıyor. Bugünkü gibi sınır birliği yok maalesef o yıllarda… Beni tampon bölgede tutamayacakları için Avusturya mecburiyetten geri alıyor. Artık tecrübeliyim. Haritamı önüme açıyor Avusturya Almanya kapılarını işaretliyorum. Hepsini üçer kez denemeden vazgeçmek yok. Bu arada paralar da suyunu çekiyor. Yürütülen 200 Mark çok can yakıcı…
Denediğim kapılarda hep aynı sonuç. Para bitmek üzere. Son çare arabayı trene yükleyerek göndermek geliyor aklıma. Salzburg tren istasyonuna geliyorum. Yük gişesi çalışanına “bir hikayem var lütfen dinlermisin” diye başlıyorum. Sağ olsun beni sonuna kadar ilgi ile dinliyor.
– Trene yüklesek de aynı sorun var. Gümrükte indirirler. Kalmayan paranı da boş yere trene verirsin. Madem değişik gümrük kapılarını deniyorsun, buraya 60 kilometre uzaklıkta Braunau var. Şehrin içinden geçen İnn nehri üzerindeki bütün köprüler sınır kapılarıdır. Farklı sınır kapıları için kilometrelerce yol yaparak hem para hem zaman harcama. Bir köprü olmadı öbürünü denersin.
– Çok teşekkür ederim. Deneyeceğim.
– Braunau aynı zamanda Hitlerin doğum yeri. Hala hayranları çoktur. Hikayeni anlatırken plakamı Sırplar çaldı, pis komünistler diye başla. Faydasını görürsün.
Çok teşekkür ederek ayrılıyorum. Bir saatte Braunau’dayım.

İlk bulduğum köprüye dalıyorum. Köprünün bu ucu Avusturya, diğer ucu Almanya gümrüğü. Avusturya’dan çıkışımı alıp köprüyü geçiyorum ve Almanya’dayım. İlk polis değil gümrük memuru yaklaşıyor bana. Bir hikayem var lütfen dinler misiniz diye başlıyor ve makinalı tüfek gibi şakıyorum. Önceden ne diyeceğimi tasarlamış ve o kadar çok tekrarlamıştım ki, su gibi akıyor.
– Pis komünistler Belgrad’da plakalarımı çaldılar. Bir gece nezarette yatırdılar.
Gümrük memuru ilgileniyor. Park yeri göstererek;
– Buraya park et gel, seni şefime götüreyim.
Şef şefine, şef müdüre, müdür bölge müdürüne götürüyor. Ben de hep aynı Hitler edebiyatı.. Bölge müdüründe baltayı taşa vuruyorum. O yıllar Helmut Schmidt başbakan. Sosyal demokratlar iktidarda. Bölge müdürünün Hitlerci olması ihtimali çok zayıf. Durumu kavramam uzun sürmüyor.

Çok güzel dekore edilmiş bir oda. Ben 24 yaşımdayım, karşımda yaklaşık 60 yaşlarında, babacan bir bölge müdürü, Wilhelm Weitzenberger. Duruşunu, tarzını Hulusi Kentmen’e benzetmişimdir. Aramızda hemen bir sohbet oluşuyor. Önce beni sorguluyor. Sonra kendi anlatıyor. Beni oğluna benzetiyor ki, bu benim şansım oluyor. Benim hiç kardeşim yok. Ailenin tek çocuğu ve öğrenciyim. Wilhelm amcanın da tek oğlu var ve öğrenci. Münih’de tıp okuyormuş. Bu duygusallık benim kurtarıcım oluyor ama ardından büyük bir şok geliyor. Wilhelm;
– Plaka polisin işi, bizi ilgilendiren aracın ihraç edilerek Alman makamlarından düşürülmüş olması. Yeniden ithal etmek için senin hakkın yok ancak bir Alman ithal edebilir.
Hiç aklıma gelmeyen bu sorun beni çökertiyor, yanında plaka masum kalıyor. Wilhelm amca, pes etmeden yoğun bir telefon trafiğine giriyor. Ara ara odaya girip çıkan memurlar, imza atmalar ve benimle kısa sohbetler dışında saatlerce benim olayımı çözmek için araştırmalar yapıyor. Ben hep odasındayım. Çok ilgileniyor, kahveler geliyor kahveler gidiyor. O yaşıma kadar böyle bir makamda böyle bir ilgi görmemişim.
Sonunda arabayı kurtarmanın tek yolunun ihracat işleminin iptal edilmesi olacağını buluyor. İhracat Salzburg kapısından yapıldığı için iptalin de orada yapılması gerekiyor. Ama bu imkansız. Orada bana iptal işlemini yapmayacaklarını Wilhelm amca da biliyor. Bir çok telefon trafiği daha ve karar veriyor;
– Risk alıyorum, ihracat iptalini ben yapacağım. Umarım şikayet olamaz.
Direktifini veriyor ve benim işlemim yapılırken ben hala Wilhelm amca ile beraberim. Bu kez telefonla polis müdürünü arayıp, plaka işini nasıl çözeceğimizi soruyor. Herhangi bir araba servisinden geçici servis plakası alarak gideceğimiz yere varana kadar kullanabileceğimizi öğreniyor. Passau kentinde bir servisle telefonda anlaşıyor. Ancak vakit geç. Passau 50 kilometre uzakta ve bu gün yetişemeyeceğiz. Sabah orada olmak üzere sözleşiyor.
Mesai bitti. Wilhelm amca nerede geceleyeceğimi soruyor. Bir otelde diyorum. Diyorum ama otelde yatacak param kalmadı. Araba gümrük parkında olduğu için alamayacağım. Gider bir park da sabahlarım diye düşünüyorum. Birlikte çıkıyoruz. Otele bırakmak üzere beni makam arabasına davet ediyor. Kırmıyorum. Otelin önünde iner bir parka giderim diye düşünüyorum. Tam otel önünde inecekken “bize gelmez misin” diyor. Önce donup kalıyorum. Almanlar evine götürürse otele vereceğin parayı isteyebilir. Her şeye rağmen kabul ediyorum. Para isterse, param kalmadı göndereyim derim. Bu arada temiz bir yatakta uyku çekmek var…

İnn nehri kıyısında, hafif yüksek bir tepe üzerinde bir eve geliyoruz. Ev demeye şahit ister. Tam bir malikane… Evin arakasına dolanıyoruz. Wilhelm amcanın eşi burada. Bir de ne göreyim! Sanki bir hayvanat bahçesi. Bayan Weitzenberger hayvanlara akşam yemeklerini veriyor. Yılan dahil pek çok hayvan…
Tanışma faslı sonrası eve giriyoruz. Bana odamı ve banyoyu gösteriyorlar. Temizlik sonrası salonda buluşacağız.
Salona geldiğimde masada 5 servis görüyorum. Duş yapmak yorgunluğumu nispeten almış. Kendimi dinç hissediyorum. Evde 3 kişiyiz ama 5 servis açılmış. Belli ki iki davetlimiz var. Umarım güzel kızlar gelir diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
O da ne? Masaya iki maymun geliyor. Biri şortlu diğeri mini etekli. Belli ki biri dişi diğeri erkek. Sandalye üzerine zıplayıp tepiniyorlar. Çatal bıçak alıp tabaklara vurarak gürültü ediyorlar. Bayan Weitzenberger mutfakdan bağırıyor;
– Bekleyin. Sabredin. Geliyorum…
Domuz dili ile geliyor. Tabaklarına birer dilim koyuyor. Kıpır kıpır bir vaziyette elleriyle yiyorlar. Ben hayran hayran seyretmekten açlığıma rağmen yemeye başlayamıyorum. Maymunlar çekilince sohbete dalıyoruz. Bu arada Wilhelm amcanın Çek kökenli olduğunu öğreniyorum. Alman olsa bunca iyiliği bana yapmazdı diye düşünüyorum.

Sabah, Wilhelm amcanın kapı arkasından “aufstehen” (kalkınız) kibar sesi ile uyandım. Mükellef bir kahvaltı sonrası Passau’ya araba servisine gidiyoruz. Servisten geçici bir plaka alıp Braunau’ya gümrük parkına dönüyoruz. Bölge müdürlerinin geldiğini gören görevliler seferber oluyorlar. Elimden plakaları kapıp montajlıyorlar. Ve ayrılık zamanı. Wilhelm amcaya borcumu soruyorum. Plakalar için ödediği dokuz Markı istiyor. Evinde konaklamaya bir talebi yok. Bu nasıl Alman!…. Hemen ödüyor ve vedalaşıyorum. Önce bir benzin istasyonuna giriyor ve depoyu dolduruyorum. Kalan paraya iki paket sigara… Daha da beş Fenik bile kalmadı.

Paderborn’da öğrenci olan arkadaşımın yanına gideceğim. Arabayı onunla Paderborn’dan almıştık. Bunu verip, Türkiye’ye girme sorunu olmayan başka bir araç alacağız. Paderborn – Braunau yaklaşık 600 kilometre. Benzini en az yaktığı 90 km/saat hızla seyrederek, yaklaşık 8 saatte Paderborn’da, arkadaşımın kaldığı öğrenci yurtlarının bahçe kapısında benzinim bitiyor ve motor stop ediyor. 18 gün!… Yenilediğim araçla Türkiye’ye dönüyorum. Dönüşüm gidişin tersine, oldukça eğlenceli oldu. Bir başka sefere…
Wilhelm Weitzenberger ile yıllarca yazıştık. O dönemde internet yok. Dönemin mesajlaşma şekli olan kartpostal trafiği… Yıllarca sürdü… Ve sonra benim üst üste attığım kartlara yanıt gelmedi…

Buraya kadar okumuşsanız bir yorum yazarsınız. Beklerim efem!…

Thassos (Taşoz)

17 mayıs 2019 cuma sabahı erken çıktık yola. 30 kişiyiz bu defa. Thassos’a bu kaçıncı seferimiz ben bilemiyorum. Sayamadım. Thassos fatihi arkadaşım Figen Özçürümez’in seferleri benden çok daha fazla. Bizi ada ile tanıştıran da Figen. Figen, aynı zamanda bir Yudosk yöneticisi…

Thassos hakkında internetten derlediğim bilgiler aralara sokuşturulacak. Maksat ada hakkında da bilgilenmek. (kaynak: Traveling Turks) Biz gezimize dönelim.

Kadıköy, Mecidiyeköy ve Bakırköy’den arkadaşlarımızı topladıktan sonra, yola koyulduk. Malkara yakınlarında kimbilir çiftliğinde aldığımız kahvaltı sonrası İpsala sınır kapısına geldik. Bulgaristan’dan Türkiye topraklarına giren Tunca ve Meriç nehirleri birleşme sonrası, Yunanistan Türkiye arası sınırı belirliyor. Meriç adıyla Ege denizi ile buluşuyor.

Yunanistan içinde ilk durağımız Porto Lagos oldu. Vistonida gölü üzerinde, ahşap köprü / yollarla bağlanan Aya Nikoalas ve Pantanassa kilselerini ziyaret ettik.

20180608_065425

Porto Lagos

İskeçe yolu üzerinde yer alan küçük bir balıkçı köyü. Yunanistan‘ın Trakya bölgesinde, önemli miktarda bir Türk nüfusun yaşadığı Gümülcine ile İskeçe arasında kalıyor. İskeçe yakınlarındaki köyün bir tarafında sık çam, diğer yanı lagün. Burası birçok balıkçı teknesine ev sahipliği yapan küçük bir yer. Bölge koruma altında ve yüzlerce göçmen eden kuş çeşidine ev sahipliği yapıyor.
Selanik‘e 2 saat mesafedeki Porto Lagos oldukça huzurlu ve hoş bir yer. Martılar ve ördekler Vistonida Gölü’ne renk katıyor. hava da güneşliyse eğer fotoğraf çekmek için ideal bir yer.

Vistonida Gölü

Yunanistan’ın en büyük ikinci gölü olan Vistonida Gölü, flora ve fauna açısından zengin bir önemli bir sulak alan. Rodop ve İskeçe bölgeleri arasında, 45 km kare yayılan bu alan Yunanistan’ın en güzel sulak yerlerinden birisi.
Burası aynı zamanda mükemmel bir kuş gözlem yeri olarak çok iyi biliniyor. Bir tarafta deniz, bir tarafta göl, orman ve sulak alanlara sahip olduğundan 300’den fazla kuş türüne ev sahipliği yapıyor.
Akbalıkçıl, Karayip flamingosu, Karabatak bunlardan bazıları. Dürbün ile etraftaki gözlem noktalarından veya sahilden izlemek mümkün.
Kazlar, ördekler, kuğu ve büyük pelikan sürüleri yanı sıra çok sayıda diğer kuş türlerinin göç rotası üzerinde yer aldığından kuş gözlemcileri için önemli bir yer.

20190517_142048

Aya Nikolaos Kilisesi

Porto Lagos’un yakınında, bölgenin en çok ziyaret edilen yerlerinden Aya Nikolaos Kilisesi de görülmeye değer, sakin ve huzurlu yerler arasında yer alıyor. Ahşap köprüden önce büyük kiliseye daha sonra oradan diğer bir ahşap köprüyle de Pantanassa Kilisesi’ne bağlanıyor. Bu kilise mucizelerin gerçekleştiği bir yer olarak Hristiyan dünyasınca kutsal kabul ediliyor.

Bu güzel balıkçı kasabasını, porto Lagos’u terk ederek Keramoti’ye geldik. Buradan adaya ferry boatlar çalışıyor. Tarifeli seferler yapan iki firma var. Saat başı kalkan ferry boat ile adaya geçtik. Adanın idari olarak bağlı olduğu Kavala’dan da ferry boatlar çalışıyor. Ancak, Türkiye istikametinden gelen bizler için daha uzak yol ve adaya geçiş süresi de daha uzun. Keramoti her zaman tercihimiz olmuştur.

Thassos Nasıl Bir Adadır?

IMG-20190518-WA0033

Thassos Adası Yunanistan’ın en yeşil adalarından biridir. Burası yeşil floranın, dağlar, kumlu /çakıllı doğal plajlar ve cam gibi temiz bir denizle bir araya geldiği gizli kalmış bir cennet desek çok da abartmış sayılmayız. Adayı aracınızla gezerken karşılaştığınız doğa manzaraları gerçekten büyüleyici, özellikle de dağlarını örten ve dalları turkuaz rengi sahillere dek uzanan çam ağaçları ile. Zaten bu sebeple adaya “zümrüt ada” anlamına gelen “emerald island” deniyor.
Taşoz Adası diğer Yunan Adaları gibi su fakiri bir ada değil. Sık ormanlar ve dağlar sayesinde fazlası ile yağmur alıyor ve en güzeli ise evlerin bir çoğunda çeşmelerden adanın enfes kaynak suları akıyor.
Thassos Adası’nın 14.000 kişilik yerleşik nüfusunun farklı geçim kaynakları vardır. Bir çok aile turizm ve tarım faaliyetlerinden geçinir. Diğer geçim kaynakları ise hayvancılık, balıkçılık ve mermer ocaklarıdır.
Taşoz Adası’nın sahil kesimleri turizme açık, tarıma elverişli gelişmiş yerleşimlerle çevrili iken dağlık bölgelerde daha az gelişmiş olan dağ köyleri vardır. Adanın kıyılarında yer alan yerleşimler 100 km uzunluğundaki düzgün asfalt yollarla birbirine bağlanmıştır.

Adaya geçişimiz akşam üstüne denk geldiği için, Skala Potamias’a geçerek akşam yemeği molası verdik. Skala Potamias uzun bir kumsala sahip ve kumsala paralel pek çok taverna var. Arkadaşlar serbest takılma özgürlüğüne sahip olsalarda Figen nerede ise orada olmayı tercih ediyorlar. Figen önceki seferlerinden tanıdığı ve sevdiği yerleri seçiyor. Biz, yöreyi onun kadar tanımayanlar da takılma özgürlüğümüzü kullanıyoruz…

Thassos Adası İklimi

Adanın iklimi ılımandır. Yaz ayları aşırı sıcak olmaz, kış ayları ise ılıman geçer. Yıllık sıcaklık ortalaması 17 derece, yaz ayları ortalaması ise 23.5 derecedir.

Skala Potamias akşam yemeği sonrası otelimize hareket ettik. Otelimiz adanın güneyinde Potos şehirinde. Hotel potos… Sabah 09.30 da hareketle ikinci günümüzü yaşamak üzere odalarımıza çekildik. Ne göreyim!.. Nevresim yok. Çarşaf üzeri battaniye. Gece çarşaf gidince battaniye kalıyor ki, en sevmediğim olay… Çaresizlikle çok giyinmiş olarak sadece çarşaf ile yattım…

Taşoz’un Coğrafyası ve Yerleşimler

Taşoz, Ege Denizi‘nin en kuzeyindeki adadır. Ada Batı Trakya kıyılarına sadece 6 mil mesafede olup bölgenin en büyük nehri olan Nestos Nehri‘nin denize döküldüğü yere çok yakındır. Taşoz Adası form olarak yuvarlak bir adadır ve kıyıları 115 km uzunlukta, kesintisiz biçimde gidiş-geliş tek şeritli karayolu ile çevrilidir.
Adanın başkenti ve merkezi Limenas (Thassos Town veya Lemenas Thassou)’tır ve nüfus 3240 kişidir. Adanın sahillerinde ve dağlarında büyüklü küçüklü bir çok başka yerleşimler de vardır. Bunların aradında en büyük olanlar, Limenaria, Skala Potamias ve Potos‘tur.
Thassos Adası’nın en yüksek zirvesi 1208 metre yükseklikteki Psario (Ypsario) Dağı‘dır. Adanın doğu tarafı dağlık, kayalık ve denize inen yarlardan oluşurken batı kısmında yükseltiler daha azdır, düzlükler daha fazladır. Doğu tarafı geniş ve verimli zeytinliklerle doludur.

Kahvaltı sonrası Theologos köyüne hareket ettik. Giola’da denize girecek arkadaşların üşümemesi için hava biraz ısınsın / vakit geçsin ilavesi oldu. Köyün üst başında araçtan indik ve köyü baştan sona yürüdük. Theologos, “Tanrının Sözü” anlamına gelmektedir. Ada, Osmanlı yönetiminde kaldığı sürece başkentlik yapmıştır.

Giola, yoldan 900 metre aşağıda. İniş ve çıkış olarak 1800 metre yürüdük. Ama gece yağan yağmur Giola’yı çamur ile doldurmuş. Bu da bizim talihsizliğimiz oldu. Oysa önceki yıllar cam gibi bir Giola tanımıştık…
Hedef Aliki plajı ve akşama kadar 4-5 saat deniz keyfi. Yolumuz üzeri “Arhangel Mihail” ortodoks manastırını 20 dakika ziyaret ettik. Sonra, kum – güneş – deniz arkadaşlar için, sardalya – bira benim için zevkli saatler oldu. Mekanımız “Beautiful Aliki” den de söz edelim. Deniz ürünleri için iyi bir mekan. Patetesini sevmedim…

20180609_113840

Thassos Adası Tarihi

Neolitik çağlardan bu yana insan izleri olsa da Thassos Adası’nın kabul edilen ilk yerleşik halkı adayı, altın madenlerinden dolayı adayı kolonileştirmek için gelen Fenikelilerdir. Adanın adı ise adayı kolonileştiren Fenike Kralı Anigoras’ın oğlu Thassos‘dan geliyor. MÖ 650 yılında (günümüzden 2350 yıl önce) adaya yerleşen ikinci insan grubu ise güneydeki Paros Adası‘ndan gelenlerdi. Antik zamanlarda adanın altın madenlerinin yanında şarabı, fındığı ve mermeri de ünlüydü.
MÖ 5. YY’da adayı ele geçirmek için kuşatan Persler başarılı olamamıştır. Bir şehir devleti olarak, Thassos’lular kendilerini güvene almak için Attika-Delos birliğine üye oldular ve zenginlikle geçen uzun bir sürece girdiler. Sonraki yüzyıllarda ise ada Spartalılar ve sonrasında Atinalılar‘ın eline geçti. MÖ 340 yılında ise Thassos Adası Büyük İskender’in babası II. Philip tarafından Makedonya Krallığı‘na dahil edildi.
MÖ 179’ada adayı ele geçiren Romalılar yakılıp yıkılmış olan şehri yeniden imar edip, antik tiyatro inşaa ettiler. Yeni gemiler yaparak adayı tekrar ticaretle zenginleştirdiler.
MS 1. YY’da Hristiyanlığı yaymak için yola çıkan Aziz Pavlus Taşoz Adası’na uğradı. Adaya Hristiyanlık geldi, kiliseler inşaa edildi ve Roma tapınakları kiliseye çevrildi.

Aliki plajından otelimize döndük. Otele gelmeden Arzu ile araçtan indik. Amacımız çatal iğne bulmak. Dün gece yaşadığımız hezimeti bertaraf etmek için çarşafı battaniyeye iğneleyeceğiz. Ne mümkün. Çatal iğneyi bulmayı bırak, anlatmak bile zor… Sonuç olarak iğne ipliğe fit olduk. Sağ olsun Arzu çarşafı battaniyeye dikme zahmeti göstererek beni kurtardı.
Potos Limenaria arası 3.8 kilometre. Arkadaşlarımızı çoğunluğu akşam yemeğini Potos’da yapma tercihinde iken, biz 7 cengaver Limenaria’ya yürümeyi tercih ettik. Ana yoldan ayrılarak, sahile yakın bir yürüme yolu yakaladık. Gidiş dönüş 7.6 kilometre kat ederek günlük yürüyüşümüzü de yapmış oldu. Dönüş karanlığında dolunay da bize eşlik etti…

Kahvaltıyı takiben yine 09.30 da yola koyulduk. Program Panagia köyü ve adanın başkenti olan Limenas…
Yol üzeri “Her Yer Taksim” yazan, yol kenarı kayalık var. Her geçişimizde gözümüz arar. Yine bulduk ve toplu fotoğraf aldık. Boyamız olsa bir de “Her Şey Çok Güzel Olacak” ilave edecektik. Artık gelecek sefere…

Ada komple mermer yatağı. Adanın yapısı bozulmasın diye pek çok ocak kullanılmaz olmuş. Ancak, az da olsa halen faaliyette olan ocaklar da var. Mermer bolluğu adanın şehir / köy içi yollarında kendini göstermiş. Parke taş olarak, kaldırım olarak mermer kullanılmış. Sokakta mermer kullanımı en güzel Panagia’da kendini gösteriyor. Bu nedenle 45 dakika mola vererek sokaklarını arşınladık.

Limenas, başkent olmanın yanısıra ana kara ile bağlantı noktası. Saat 11.45 de limenas’da olduk. Figen 14.15 e ferry boat biletimizi aldı. İkibuçuk saat serbest zaman tanındı. Limenas sokaklarını kısa bir turlamanın ardından mouses tavernaya oturduk. Her gelişimizde zevkle yemek yediğimiz bir mekandır. Türkçe konuşan garsonları da var. İlk gelişimizde Yücel ile tanışmıştık. Yine onu sorduk ama bir hafta sonra gelecekmiş. Deniz ürünleri ağırlıklı. Yemekleri temiz leziz ve adanın diğer mekanlarına göre daha hesaplı. Skala Potamias’ da 14.-€ olan oktobus, Aliki’de 11.5 € ve mouses’da 10.5 €… Ben en çok kabak kızartmasına bayılıyorum. Adaya gideceklere şiddetle tavsiye ederim… Benden de selam söyleyin. :))

Bizans ve Osmanlı Dönemi

395 yılında Roma İmparatorluğ’nun ikiye ayrılması sonucu Taşoz Adası Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nda kalmıştır.Taşoz, değerli mermer yatakları sebebi ile, 6. ve 7. YY’larda tüm bölgeye korku salan Slav deniz korsanlarının hedefi haline gelmiştir. 9. YY’da ise Thassos Adası, 70 yıl sürecek olan Sarazen Müslümanları‘nın hakimiyetine girmiştir.
Ada iki kez kısa süreliğine Ceneviz yönetimine geçmiş olsa da tüm ortaçağ süresince, 1455 yılına dek Bizans toprağı olmuştur.
1556 yılında adayı Osmanlılar ele geçirmiştir. 1770-74 yılları arasında adayı RuslarOsmanlılardan almıştır. Bu süreçte kıyılarda yaşayan ada halkı korkudan dağlara ve dağ köylerine çekilmiştir. Bu olaydan 50 yıl sonra, 1821’de Yunanistan’da ortaya çıkan özgürlük hareketinin etkisi ile Taşozlular Osmanlı yönetimine baş kaldırmış fakat başarısız olmuşlardır. Ada Sultan 2. Mahmut tarafından Yunanistan Bağımsızlık Savaşı’nda arabuluculuk yaptığı için Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa‘ya tımar olarak verilmiştir. Ada 1908’deki ikinci Osmanlı yönetimine dek refah içinde yaşadı. 20 Ekim 1912 yılında, Balkan Savaşları sırasında Yunan donanması tarafından ele geçirilen Taşoz Adası o günden bugüne Yunanistan’a aittir.

Saat 14.15 ferry boat’u ile Keramoti’ ye geçiş. Anastasia da klasik kurabiye molası ve ver elini memleket…. Uyumlu ve zevkli bir gezi oldu. Darısı yenilere…

Ayvaşa – Osmaniye Şelalesi – Mecidiye

İstanbul’dan 29 Yudosk’lu doğasever gelmek için yola çıktı. Saat 09.45 de iznik’te olmalarını beklerken, Tuncay Çiftoğlu arkadaşımdan bir telefon aldım. Arabalı vapur inişi jandarma çevirmişti. Geçtiğimiz hafta da aynı problemi yaşamıştık. Kullandığımız aracın plakası sahte kopyalanmış ve geçen hafta tutanak tutulmuş/aklanmış olmasına rağmen… Bu kez çeviren jandarma, polisin tutanağını kabul etmeyerek kendisi inceleme ekibi istiyor. Bu da arkadaşlarımızı 45 dakika geciktiriyor. Sonra, süpürgelik çıkışında bir kez daha polis çeviriyor. Neyse ki, iki tutanak varlığı burada vakit kaybını önlüyor. Arkadaşlarımızın gecikmesi nedeniyle, İznik buluşmasını, yol üstü olması nedeniyle Akköy’e taşıdım. Akköy’de buluştuk ve kısa bir alışveriş molası ardından samanlı dağlarına tırmanışa geçtik. İznik – Gölcük yolu üzerinde, aracın ulaşabildiği en tepede, aracımızı terk ettik. Burada denizden yükseklik 780 metre… Samanlı dağlarının Ayvaşa tepesine tırmanarak başladık…

Samanlı dağlarının yüksek kesimleri, Marmara Bölgesi’nden farklı olarak Karadeniz iklim ve florası özellikleri gösteren bir mikroklima alanıdır. Kayın, gürgen ve sarıçam ağırlıklı karışık nemli ormanlar, yine Karadeniz Bölgesi’ne özgü yabani orman gülü, karayemiş gibi türlerde dahil pekçok bitkiden oluşan yoğun alt örtüsü ile çok zengin bir faunaya ev sahipliği yapmaktadır. Ayı, kurt, vaşak, yaban kedisi, karaca, kırmızı benekli alabalık, semender türleri, burunlu engerek ile birlikte pek çok yırtıcı ve ötücü kuş türü bu ormanlarda barınmaktadır…

20190511_143500

150 metre kadar yükselerek düz yola ulaşmıştık ki yağmur başladı. Ardından dolu ve yine tekrar yağmur bize eşlik etti. Osmaniye – Gölcük yolunu geçtikten sonra, orman içine dalarak inişe geçtik. Osmaniye – Sultaniye yoluna indiğimizde yağmur durmuş ve güneş açmıştı…

Osmaniye, Bursa ilinin İznik ilçesine bağlı bir köydür. Bursa iline 110 km, İznik ilçesine 33 km uzaklıktadır. 1880’li yıllarda, 93 (1877) Göçmenleri tarafından kurulan köyde Gürcü göçmenler iskan edilmiştir. Köy, Mercimek mevkiine kurulduğu için adı Osmaniye konulmasına karşın, çevre köylülerce Mercimek olarak anılmıştır. 1895 ve 1908 Yıllığı’na göre 15 hane bulunan köyde, 1927 yılında 108, 1990 yılında ise sadece 78 kişi yaşamaktaydı. Köy yakınlarında eski Sultaniye köyü kalıntısı vardır.

Köyün iklimi, Marmara iklimi etki alanı içerisindedir. Bir Orman köyü olan Osmaniyeliler geçimlerini Ormancılık ile kazanmaktadırlar. Köyde, ilköğretim okulu yoktur fakat taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Köyün içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır fakat çalışmamaktadır.

Sultaniye istikametine köy yolunda bir süre ilerledikten sonra, şelaleye ulaşmak için tekrar ormana daldık. Zor olmayan inişle şelale yakınına bizi götürecek olan orman yolunu yakaladık. Bu arada sabah yaşadığımız araç, jandarma kargaşasının yarattığı kafa karışıklığı nedeni ile, google earth üzerinden hazırladığım rotayı gps’e yüklemeyi unutmuştum. Şelaleye kadar doğaçlama gidiyorduk. Şelale sonrası bildiğim yol. Ama şelalenin yerini tesbit zordu. Neyseki enerji nakil hattını hatırladım. 5 yıl önce bu şelaleyi keşfettiğimizde, enerji hattının altında öğlen molası vermiştik. Aynı noktada yine mola verdik. Bir kaç arkadaşımız burada kaldılar. Biz, çantalarımızı bırakarak, arzu edenlerle şelaleye, kolay olmayan bir inişe geçtik. Suyu çok olmamakla birlikte, görsel olarak güzel bir şelale. Muhtemelen yaz aylarında kuruyordur.
Mola sonrası yolumuza koyulduk. 5 yıl önce baya bir orman yolu iken, şimdilerde orman tarafından teslim alınmış bir yol. Taze ağaçları, çiçekleri ve yeşil otları içinde uzunca süre zevkle yürüdük. Yeşili enfes bir düzlükte arkadaşlar, yeşile yatma hasretlerini de giderdiler.
Yeni açılmış bir orman yolunun, heyelanlarını izleyerek, Osmaniye – Mecidiye yoluna çıktık. Bir süre sonra da aracımıza ulaştık.

15 kilometreyi 5.5 saatte tamamladık. Parkur başı denizden 780 metre yüksekte idi. 950 metreye kadar çıktık ve 590 metreye kadar indik. Bu arada bol iniş çıkışlar yaşadık ama genel bakiye bu…
Buraya kadar okumuşsanız, aşağıdaki yorum bölümünü hatırlatırım. Bir yorumu haketmişimdir. :)) Şimdi foto galeriye buyurunuz…

Melekşeoruç – Nuruosmaniye

İznik’ten Nuruosmaniye’ye gelip cami önüne park ediyorum. Yürüyüş burada sonlanacak. Bu kez, Mehmet Erozan komşum/abim bana eşlik ediyor. İstanbul’dan arkadaşları bekliyoruz. Ne kadar yakınlarda olduklarını öğrenmek için İbrahim Kamil Birlikay’ı arıyorum. ”Otoyolda polis çevirdiğini, aracın ikinci/sahte plakası tesbit edildiği için tutanak tutulduğunu” anlatıyor. Bu bir saat geç kalacaklar demektir. Mehmet abim ile otostop yaparak Alifuatpaşa’ya geliyoruz. Sakarya nehri kenarında kahve keyfine dalıyoruz. Bir süre sonra İstanbul’dan gelen 28 doğa sever arkadaşlarımız ile buluşuyoruz.

Melekşeoruç köyüne (Şimdilerde Geyve ilçesi mahallesi) yola koyuluyor ve sürekli yükseliyoruz. Köyü geçiyor ve toprak yolda 2 kilometre kadar daha ilerledikten sonra aracı terkediyoruz. Soyunma/giyinme hareketleri ve bir İbrahim klasiği olan sayı almanın ardından 30 kişi olarak yola revan oluyoruz. Başlama noktamız denizden 790 metre yükseklikte.

20190505_144400

Odun kesen iki köylüye rastlıyoruz. Şakalaşmalar ardından, gittiğimiz yönde yolun bittiğini belirtiyorlar. ”Bize yol gerekmez” diye cevap veriyorum. Bir süre sonra cangıla dalıyor ve makaslarımızı çıkarıyoruz. İbrahim ve ben, geçit vermeyen dalları ve dikenleri keserek yol açıyoruz. Bu durum uzun sürmüyor ve muhteşem bir çayırlığa çıkıyoruz. Sağımızda çeşme görüyor ve oraya yönleniyoruz. Ne yazık ki, çeşme kuru. Akıyor olsa, çok iyi bir kamp alanı bulmuş olurduk.

Bu rotayı google earth üzerinden çizmiştim. İlk kez yürüyoruz ve bizim için tam bir keşif. Bir süre sonra orman yolunu yakalıyor ve yoldan sırt boyunca giden patikaya giriyoruz. Ne patika ama tam bir yeşil tünel… Uzunca süre arada bir durup güzelliği içimize çekerek ilerliyoruz. Öyle ki, öğlen molası verecek bir açıklık bulamıyoruz. Çayırlık açık alan ve manzara bulamayınca orman içine yayılarak öğlen molası/dinlenmesine çekiliyoruz.

Gurup, gurup oturmalar, atıştırmalar ve yan gelip yatmalar sonrası toparlanıyor, kısa bir toplu tanışma faslı sonrası tekrar yola revan oluyoruz. Toplu tanışma ad, soyad, memleketi ve mesleğini içeriyor. İbrahim Kamil Birlikay’ın başlattığı bu hal Yudosk geleneği olmaya başladı. Aynı şehir, aynı meslekten olanları buluşturuyor ve hatta, İbrahime göre akrabalarını bulanlar da var… İlk katılan arkadaşlarla uzun zamandır tanışıyor gibi sohbetler ediyoruz. Bu da bir doğa bütünleştirmesi…

Yine yeşil koridorlardayız. Bu güzergahda hiç bitmiyor. Nuruosmaniye’ye 5 kilometre kala yoğun inişe başlıyoruz. En yüksek noktamız 1050 metre olmuştu. 5 kilometre sonra 100 metre rakıma ineceğiz. 950 metre irtifa kaybı çok yüksek ve bu da dik iniş demek.
800 metre kadar enerji nakil hattı altı, traşlanmış alanda ilerledikten sonra tekrar yeşil koridorlara dalıyoruz. Bu ara hafif çiselemeler şeklinde yağmur ile tanışıyoruz. Yeşil koridor bizi Nuruosmaniye’ye kadar bırakmıyor.

14 kilometre yolu 5.5 saatte katediyoruz. Keşif olarak girdiğimiz bu güzergah ”Orta Zor” katagorisinde tanımlanır. Parkuru çok sevdiğimiz için bir isim verelim istiyorum. Bence adı ”YEŞİL KORİDOR” olsun. Başladığımız ve bitirdiğimiz köyler hakkında kısa bilgi ve tarihçeler internetten alıntıdır.

Buraya kadar okumuşsanız, bir yorumda bulunacaksınız demektir. Altta fotoğraf galerimiz var. İyi seyirler. Seyir sonrası altta yorum bölümünü atlamayınız. :))
Fotoğraflara tıklayarak büyütebilirsiniz…

MELEKŞEORUÇ KÖYÜ GENEL BİLGİLER | TARİHÇE
Melekşeoruç , Sakarya ilinin Geyve ilçesine bağlı bir mahallerdir. Köy, Osmanlı Devleti kurulduğu yılarda Melikşahoğulları tarafından kurulmuştur.
Sakarya il merkezine 43 km, Geyve ilçesine 13 km uzaklıktadır. Mahallede ilköğretim okulu yoktur. Mahallede, içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi de yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır.
NURUOSMANİYE KÖYÜ GENEL BİLGİLER | TARİHÇE
Nuruosmaniye , Sakarya ilinin Geyve ilçesine bağlı bir mahallerdir. Nuruosmaniye mahallesinin adı İstanbul Eminönü Semtindeki Nuruosmaniye Camiinden gelmiştir. 1877 Rus harbi döneminde Gürcistan yöresinden gelen halk tarafından kurulmuştur. Köy içinde ve havarisinde mahallenin ismi Bıçkıdere diye de anılmaktadır.
Sakarya il merkezine 20 km, Geyve ilçesine 19 km uzaklıktadır.Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallede, içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi de vardır. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır.